17 Ocak 2008 Perşembe

Kız Kulesi Tarihçesi

Kız Kulesi Tarihçesi

Kız Kulesi Tarihçesi



Kızkulesi'nin mimari yapılanma süreci M.Ö. 341 yılına kadar uzanır. O dönemlerde boğazın çıkıntısı olan bu burun, (daha önce yarımada oldugu ile ilgili söylenceler vardır) "vus" adı ile anılır. Bu tarihte Komutan Chares'in eşi için, mermer sütunlar üzerine yapılan bir anıt mezar kimliğinden sonra, M.Ö. 410'da Sarayburnu'nun bulunduğu yerden, kulenin bulunduğu adaya zincir gerilerek, boğazın giriş ve çıkışlarını kontrol eden bir gümrük istasyonu haline getirilir. M.S. 1110'lere geldiğimizde ise ilk belirgin yapı (kule), İmparator Manuel Comnenos tarafından inşa ettirilir. Savunma kulesi olarak inşa ettirilen bu yapı "Küçük Kale" anlamına gelen Arcla adını alır. Bu yapı ile ilgili net bilgiler olmamakla birlikte bugünkü boyutlarına yakın olduğu düşünülmektedir. İstanbul'un fethi sırasında savunma amaçlı olarak kullanılan kule, 1453 yılından sonra çok farklı amaçlarla kullanılmıştır. Osmanlı döneminde savunma kalesi olmaktan çok bir gösteri platformu olarak kullanılmış ve Mehterler burada adaya yerleştirilen topların atışları ile birlikte nevbet (bir çesit Istiklal Marşı) okumuşlardır. 1509 depreminde zarar gören yapı, daha sonraki yıllarda tekrar inşa ettirilir. Bunun dışında ilave edilen fenerle de gemilere yol gösterme işlevi yüklenir. O dönemde inşa edilen yapı, kule ve kale olarak iki ayrı bölümden oluşmuş ve içine sarnıç yapılmıştır. 1719 yılında fenerden çıkan alevle yanan kızkulesi, 1725 yılında şehrin Başmimarı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından tekrar onarılır. Kule kısmı biraz değiştirilerek üst tarafa camlı bir köşk ve onun üzerine de kurşunla kaplı bir kubbe oturtturulur ve bina kagir olarak tekrar yapılır. 1830 senesinde kolera salgınının şehre yayılmaması için karantina hastanesine dönüşür.Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş devrine girmesi ile tekrar savunma kalesi olarak kullanılmaya başlanır ve toplarla donatılır. Ünlü hattat Rakim'in yazısı ile kapısının üzerindeki mermere Sultan II. Mahmut'un tuğrasını taşıyan kitabe yerleştirilir. 1857'de tekrar fener ilave edilir ve 1920 yılında fenerin lambası otomatik ışık yapma sistemine kavuşur. 1944 senesinde restorasyon yapılır. 1959 senesinde Askeriye'ye devredilir ve radar istasyonu olarak kullanılır. 1982 senesinde Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne devredilir, bu dönemde bir ara geçici olarak siyanür deposu olarak kullanılır. 1992' den itibaren buranın özel sektöre devri konuşulur, İstanbul Belediyesi, Üsküdar Belediyesi, Mimarlar Odası, Şairler, Turing, Ulusoy Şirketler Grubu gibi pek çok kurum çeşitli medyatik projeler üretirler ...

Kız Kulesi Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...

Süleymaniye Camii Tarihçesi

Süleymaniye Camii Tarihçesi

SÜLEYMANİYE CAMİİ TARİHÇESİ
Eminönü İlçesi’nde, kendi adıyla anılan semmtir. Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan caminin inşasına 1550 yılında başlanmış ve 1557’de tamamlanmıştır.

Süleymaniye Külliyesi, Fatih Külliyesi ile başlayan simetrik bir grublaşma ve geometrik bir şemaya sahip bina kompleksleri yapma geleneğinin ikinci ve en önemli aşamasıdır. Daha önce hiç rastlanmayan bir büyüklük ve mimari tasarıma sahip olan Süleymaniye Külliyesi, merkezdenbir cami, medreseler, tabhane, darüşşifa, bimarhane, türbeler, hamam, çarşılar ve sıbyan mektebinden müteşekkildir.

Süleymaniye Camii, Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı günlerini yaşadığı çağın, en görkemli eseridir. Azametiyle, çağını temsil etmektedir. İstanbul siluetinin en önemli öğelerinden olan cami, sadece bir ibadethane değil etrafındaki külliye ve ekabirin ikamet ettiği mahalleyle birlikte sosyal ve kültürel bir merkez,kent hayatını karakterize edenbir kurumdur. Burada Mimar Sinan’ın sanatı ve dehası, Osmanlı’nın büyüklüğü ve gücü ile İstanbul’un güzellik ve zerafeti biraraya gelmiştir.

Caminin inşası sırasına, mimari tarihininin en büyük şantiye organizasyonlarından biri gerçekleştirilmiştir. Caminin yapı malzemeleri ülkenin dört bir yanından getirilmiştir. Antik kalıntılardan bazı sütunlar da bulundukları yerlerden sökülerek İstanbul’a getirilmiş ve cami içerisinde kullanılmıştır.

Bu dış avlu tarafından kuşatılmış bulunan cami,kıble yönünde ve içinde türbe ve mezarların bulunduğu bir hazire ile tam tersi yöndeki bir iç avluya sahiptir. Mermer kaplı iç avluya, İstanbul’da başka herhangi bir camide raslayamayacağımız üç katlı muhteşem bir kapıdan girilir. Avluda fıskıyeli bir havuz yer alır. Yine diğer camilerden farklı olarak,caminin dört mimaresi de avlunun köşelerine yerleştirilmiştir. Minarelerin birbirleriyle ve kubbeyle olan orantıları, tam bir deha ürünüdür. Kubbenin yerden yüksekliği 50m, avlu duvarlarının camiyle birleştiği köşelerdeki minareler üç şerefeli ve 76m, avlunun giriş kapısı yönündeki minareler ise iki şerefeli ve 56m,dir. Bu orantılama caminin silüetini mükemmelleştirmektedir.

Caminin bir büyük kubbe ile, bunu destekleyen iki yarım kubbesi vardır. Kubbelerdeki dizayn sayesinde, cami içerisindeki ses, akustik kurallaraa göre oldukça berrek bir şekilde yayılmaktadır. Yine camii içerisinde mükemmel bir hava dolaşım sistemi oluşturulmuş, giriş kapısı üzerindeki boşlukta aydınlatma için kullanılan 4000 mumun isi toplanmıştır. Bu isler hat yapımında kullanılan mürekkebe hammadde temin etmiştir.

Caminin mermer minberi ve mihrabi bir oymacılık şaheseridir. Ahşap oyma vaiz kürsüsü, ahşap üzerine sedef kakma pencere kapakları ve kapıları, pencere vitrayları caminin diğer bezeme unsurları pek kullanılmamış Külliyenin medreseleri caminin doğu ve batı yönlerinde, dış avlu duvarlarına paralel olarak uzanır. Batı yönünde Evvel Medresesi, Sani Medresesi, Sıbyan Mektebi ve Tıp Medresesi, doğu yönünde ise Rabi Medresesi ve Salis Medresesi yer alır. Darülhadis Medresesi ise caminin kıble yönünde ve İstanbul Üniversitesi bahçe duvarında paralel olarak uzanır. Rabi Medresesi ile Darülhadis Medresesi'nin kesiştikleri kavşağın karşısında ise külliyenin hamamı vardır. Bu, sadece erkekler kısmının olduğu bir tek hamamdır. Daha önce atölye olarak da kullanılan hamam,1980 yılında restore edilmiştir.

Külliyenin tabhanesi, darüzziyafesi, imareti ve akıl hastalarının tedavi edildiği bimarhanesi kuzeybatıda, kıbleye paralel olarak yerleştirilmişlerdir. Darüzziyafe, günümüzde klasik Türk mutfağına yer veren bir restorant tarafından kullanılmaktadır.

Caminin kıble yönündeki haziresinde çok sayıda mezar ile Kanuni Sultan Süleyman ve eşi Hürrem Sultan'a ait iki türbenin yanısıra bir türbedar odası yer almaktadır. Kanuni ‘ye ait türbede, Sultan II. Ahmed, eşi Rabia Sultan, kızı Mihrimah Sultan ve Asiye Sultan, Sultan II. Süleyman ve annesi Saliha Dilaşub Sultan'da gömülüdür. Ayrıca bu hazirede Nakşibendi tarikatının son asırdaki büyüklerinin mezarları da yeralmaktadır.

Süleymaniye cami Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...



Kaynak: www.ibb.gov.tr

Ayasofya Tarihçe

AYASOFYA MÜZESİ


Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir. Bazilika, Sofia isimli bir azizeye değil, Kutsal Hikmet’e ithaf edilmiştir. Önceki bir pagan mabedinin yerinde yapılmış 3 ayrı bazilika aynı isimle anlatılmıştı. İmparator Büyük Konstantin devrinde kilise yapılmadığı halde, bazı kaynaklar, ilk Ayasofya Bazilikasının onun tarafından yaptırıldığını iddia ede gelmiştir. Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4.yy ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu Kanstantinus zamanında daha büyük ölçülerde inşa edilen 2.kilise 415 yılında törenle açılmıştı. 532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştur. “Nika” isyanı diye bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştı.



İsyanı zorlukla bastıran İmparator Justinyen “Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için harekete geçti. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, Hıristiyanlık aleminin bu en büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet hazinesini mimarların önüne saçtı. (Tralles’li Anthemius ile matematikçi, Miletoslu İsidorus) Kubbe inşaatı Roma mimarisi tarafından geliştirilmiştir. Bazilika planı da eski devirlerden beri tatbik edilmekte idi. Yuvarlak yapıların üzerleri çok büyük ölçüde kubbe ile örtülebilmişti. Ancak Justinyen Ayasofya’sındaki gibi dikdörtgen bir mekan ortasında, dev ölçüde bir merkezi kubbe yapımı, mimarlık tarihinde ilk kez deneniyordu. Rahiplerin koruyucu duaları okumaları devam ederken, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda ve değişik mermer parçaları, sütunlar yapıda kullanıldı. Sonraları da bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunlar için, neye yarayacağı anlaşılmaz, bir sürü orijin hikayesi uyduruldu. Justinyen devrinde Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş, böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile yapılabileceği zannedile gelmişti. Ayasofya bir 6.yy Bizans devri eseri olmakla beraber, ön misali olmayan, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir “Deneme” dir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe Roma’nın mirasıdır. Dış görünüşü zarif değildir, proporsiyonlara dikkat edilmemiş, bir kabuk gibi yapılmıştır. Bunun tersine iç görünüm saray gibi görkemlidir, göz alıcıdır; yapı, dev bir “İmparatorluk” eseridir. Açılış merasiminde heyecanına hakim olamayan İmparator atların çektiği arabası ile içeriye dalmış, Tanrıya şükür ederek, Süleyman Peygambere üstün çıktığını haykırmıştı. Bazilika etrafını çevreleyen yüksek binaları ile büyük bir dini merkez olarak gelişmişti. Bizans imparatorları ile Doğu Hıristiyan kilisesinin yüzyıllar sürecek çekişmeleri için sahne artık hazırdı. Eşsiz ve üstünlüğüne rağmen yapının hayati önemde hataları vardı. En önemli mesele kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınç idi. Böylesine bir kubbenin ağırlığının temellere aktarılması için lazım olan mimari unsurlar o devirde henüz tam gelişmemişti. Yanlardan dışa doğru eğilen duvarlar orijinal, basık kubbenin 558 yılında yıkılmasına şahit oldular. Yapılan ikinci kubbe daha yüksek ve daha küçük çaplı tutulmuştu. Bu kubbenin de yarıya yakın kısmı 10 ve 14.yy’larda 2 defa daha çökmüştür.



Ayasofya her devirde hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir. Türk’lerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep olmuştur. Türk mimarı Koca Sinan’ın 16.yy da eklediği payanda duvarları, 19.yy ortasında Mimar Fossati kardeşlerin ve 1930’dan itibaren yapılan diğer restorasyonlar ve kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi önemli tamirlerdi. 2000’li yılların restorasyonları, mevcut madeni portatif iskele ile daha seri yapılabilecektir. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak, aynı tanrıya inanan 2 değişik dinin hizmetinde olduktan sonra Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır. 1930-1935 yılları arasında ortaya çıkartılıp temizlenen bir kısım mozaikler Bizans’ın önemli sanat eserleri arasında yer alırlar. Bizans ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan muhteşem mimarisi ile ülkemizin en çok ziyaret edilen

ilk üç müzesinden biridir.









ZİYARET



Avlunun içerisindeki müze girişi, asırlar sonra yeniden kullanılmaya başlanan, batı yönündeki orijinal kapıdır. Girişin yanında önceki, ikinci binanın kalıntıları görülür. Vaftiz olamayanların girebildikleri dış koridor 5 kapı ile iç koridora, burası da 9 kapı ile kilisenin esas kısmına açılır. Ortadaki yüksek kapı İmparatorluk kapısı idi. Bunun üzerindeki mozaik pano 9.yy sonunda yapılmıştır. Ortada taht üzerinde oturan pantokrator İsa’dan bir imparator şefaat istemektedir. Yanlardaki madalyonlarda Meryem Ana ve Baş Melek Gabriel’in portreleri vardır. İç koridor ve yan neflerin tavanındaki diğer figürsüz mozaikler Justinyen devri orijinalleridir. Yapının ana kısmında ziyaretçiyi görkemli ve muazzam bir mekan karşılar. İlk adımdan itibaren kubbenin tesiri derhal hissedilir. Sanki havaya asılı gibi durmakta ve bütün binayı kaplamaktadır. Duvarlar ve tavanlar mermer ve mozaiklerle kaplı, rengarenk bir görünüştedir. Kubbe mozaiklerinin 3 değişik renk tonu, yapılan 3 değişik tamirat devrini gösterir. Yüksekliği ve çapı ile dünyanın en büyük kubbesi iken günümüzde de sayılı büyük kubbelerindedir. Yapılan tamiratlardan dolayı kubbe tam bir çember değildir. Kuzey-Güney çapı 31,87m’dir. Doğu-Batı çapı 30,87m olup yüksekliği 55,60m’dir. Kubbenin dayandığı 4 pandantifte, 4 kanatlı melek figürü, yüzleri kapatılmış olarak yer alır.



Dikdörtgen, geniş orta mekanın sütunlarla ayrılmış 2 yanında, karanlık neftler uzanır. Orta mekan 74.67 x 69.80m’dir. Alt katta ve galerilerde toplam 107 sütün vardır. Ayasofya sütun başlıkları tüm yapının en karakteristik ve belirgin, klasik, 6.yy Bizans süsleme örnekleridir. O çağa ait bir özellik olan derin oyulmuş mermerler güzel bir ışık, gölge oyunu ortaya serer. Ortalarında İmparator monogamları bulunur. Köşelerde yer alan antik porfir sütunlar, yeşil Selanik mermerinden yapılma orta sütunlar ve tümünün beyaz mermerden yapılma, zengin işlemelerle süslü başlıkları insanı eski günlere götürür. Ayasofya’yı boş bir müze görünümünden sıyırıp bazilika veya cami olarak kullanıldığı, gösterişli, mistik, değişik, eski orijinal görünümünde hayal etmek lazımdır. Büyük bir İmparatorluğun baş kilisesi olduğu devirlerde apsis önünde yer alan bölme, atlar, ambon ve diğer merasim gereçleri altın ve gümüş levhalarla kaplı, fildişi ve mücevherlerle süslü idiler. Bazı kapılar bile böylesine kıymetli madenlerle kaplı idi. Latin istilası bütün bunları ve diğer bazı mimari parçaları sökerek Avrupa’ya taşımıştı. Apsis yarı kubbesinde kucağında çocuk İsa ile Meryem ana, sağ yanda da Baş Melek mozaikleri bulunmaktadır. Karşı duvardaki bir başka melek figürü tahrip olmuştur.



Galeriler seviyesinde duvarlara asılı, deri üzerine yapılmış 7.5m çapındaki büyük diskler ve kubbedeki yazıt, eserin cami olarak kullanıldığını hatırlatırlar. 19.yy ortalarında dönemin büyük ustaları tarafından yazılan bu kaligrafiler birer şaheserdir. Yuvarlak tablolarda Allah, Hz.Muhammed, 4 halife ve Hasan Hüseyin isimleri yazılıdır. Döneminin güzel örnekleri mihrap üstü vitraylar, apsis içine yerleştirilmiş cami mihrabı, yanındaki minber ve mevlithanlar balkonu Türk dönemi ekleridir. Zeminde yer alan, renkli mermer parçalarından yapılmış kare kısım, belki 12.yy da ilave edilmiş, İmparatorların taç giydiği mahaldir.



Üstün kaliteli mermerden yapılmış iki küresel iri kap orta mekanın giriş yanlarında yer alır. Antik orijinli bu kaplar geç 16.yy’da Bergama’dan getirtilmiştir. Binanın kuzey köşesinde “terleyen sütun” bulunur. Alt kısmı bronz bir kuşak ile çevrilmiş, parmak sokulabilen bir dilek deliği olan sütun hakkında bolca masal ve efsane vardır. Binayı dışardan destekleyen payandaların kuzeydeki ilkinin içerisi rampadır. Üst galerilere bu rampa ile çıkılır. Binayı üç yönden kuşatan galerilerden muhteşem iç mekan bambaşka görülür. İmparatorluk kadınları ve kilise toplantıları için ayrılmış kısımları vardır. Kuzey kanatta bir,y güney kanatta da 3’lü figürler halinde 3 mozaik pano bulunur. Güney galeride, yanındaki pencereden giren gün ışığı altında, Bizans mozaik sanatının şaheser panosu yer alır. Buradaki konu, çok geniş son mahkeme sahnesinin tam ortasında bulunan; “Diesis” diye bilinen, üçlü figürdür. Ortada İsa onun sağında Meryem, solunda ise Hz.Yahya yer alır. Değişik dizili arka fon mozaikleri, figürlerin güzelliği daha da artırır, yüz ifadeleri fevkalade realisttir.



Güney galeri dibindeki 12.yy mozaik panoda, Meryem Ana ve çocuk İsa, İmparator II.Komnenus, İmparatoriçe İrene, yan duvarında hasta Prens Aleksios yer alır. Takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımını belirtmektedir. Macar asıllı imparatoriçenin ırk özellikleri; açık ten ve açık saç rengi belirgindir. Buradaki ikinci pano, tahta oturmuş İsa, yanında İmparatoriçe Zoe ve üçüncü kocası Konstantin Monomakhos’dur, Konstantin’in kafası ve üstündeki yazıt kazınıp, tekrar yapılmıştır. Orijinal mozaik Zoe’nin ilk kocasına aitt. Bu panoda İmparatorluk ailesinin kiliseye şükran ve bağışları sembolize edilmektedir. İç koridordan müzeyi terk ederken görülen büyük bir mozaik pano 10.yy’dan kalmadır. Bozuk perspektifli figürler: Ortada Meryem Ana ve çocuk İsa, yanlarda ise şehir maketini sunan Büyük Konstantin ile Ayasofya maketini sunan Justinyen’dir. Çıkışta kısmen zemine gömülü M.Ö. 2.yy’dan kalma muazzam bronz kapılar Tarsustan, belki de bir pagan mabetinden getirtilerek, burada tekrar kullanılmıştır. Müze bahçesinde değişik devirlerde inşa edilmiş Türk Sanat eserleri bulunur. Bunlar bazı sultanların türbeleri, okul, saat ayar evi ve şadırvandır. Doğu cephesi minareleri 15, batıdakiler de 16.yy’da eklenmiştir.



Ayasofya cami Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...



Kaynak : www.istanbul.gov.tr

Sultanahmet camii tarihçesi

SULTANAHMET CAMİİ TARİHÇE
Sultanahmet Meydanı’nda, Ayasofya Camii’nin karşısındadır. Sultan I.Ahmet tarafından mimar Sedefkar Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır. Külliyenin yapımına 1609 yılında büyük bir törenle başlamıştır. Bu törende Şeyhülislam Mehmed Efendi, dönemin büyük din adamlarından Aziz Mahmud Hüdai, Sadrazam Davud Paşa ve diğer devlet ekranının yanı sıra bizzat padişah da temel kazma işinde çalışmışlardır. Bu muhteşem külliyenin inşaatı oldukça uzun sürmüş, ilk önce 1617 yılında cami, 1619 yılında ise külliyenin geri kalan kısımları tamamlanabilmiştir.

İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biri olan külliye, bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkanlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktaydı. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.

İçindeki 20.000’I aşkın çininin renginden ötürü yabancılar tarafından “Mavi Camii” olarak isimlendirilen cami, külliyenin merkezinde yer almaktadır. Cami, geniş bir avlu ve ona eş büyüklükte bir iç mekandan oluşur. Zeminden yükseltilmiş avluya basamaklarla ulaşılır. Avluda üzeri kubbeyle örtülü, fıskiyeli bir havuz yer almaktadır. Sultan Ahmed Camii’nin bir diğer ayırdediciözelliği de mimarileridir. İstanbul’daki tek altı minareli camidir. Bu minarelerden dördü cami gövdesine bitişik ve üç şerefelidir. Diğer iki minaresi ise avlunun köşelerinde olup, iki şerefelidir.

Caminin büyük kubbesi yaklaşık 34m. çapında ve yerden 43 metre yüksekliğinde olup, 5 metre çapında dört fil ayağının üzerine oturmaktadır. Bu büyük kubbeyi destekleyen dört tane de yarım kubbe vardır. Camiyi yerden kubbeye kadar 5 kat halinde ve renkli camlarla kakplı 260 pencere aydınlatır. Cami, çinilerin yanı sıra, yine dönemin başyapıtları sayılan öğelerle donatılmıştır. Sedef kakmalı mermer mimber, işlemeli mermer mihrap, kalem işi süslemeler, sedef kakmalı ahşap kapı, pencere kapakları ve rahleler, kubbeye asılan devekuşu yumurtaları ve avizeler, Sultan Ahmed Camii’nin görülmeye değer güzelliklerinin bazılarıdır.

Külliyenin bir diğer yapısı Hünkar Kasrı’dır. Padişahın namaz öncesi veya sonrasında istirahat edebileceği bir yapı olarak tasarlanan bu bina bir cami etrafına yapılan ilk sultan kasrıdır. Külliyenin dış avlusunda yer alır.

Külliyenin kazeydoğu köşesinde türbe yer almaktadır. Bu türbe de Sultan I.Ahmed, eşi Kösem Sultan, oğullari Sultan II.Osman ve Sultan IV.Murad ile bazı torunları gömülüdür. Türbenin yakınında ise medrese yer alır. Bu medrese günümüzde Başbakanlık arşiv deposu olarak kullanılmaktadır.

Dış avlu duvarına bitişik olarak da sıbyan mektebi yer alır. Bu mektebin zemin katında bir çeşme ve dükkanlar, üst katında ise dersane vardır. Külliyenin kıble yönündeki en uç yapısı arastadır. 1912 yangınında bir kısmı yok olan arastanınbir biölümü Mozakik Müzesi, geri kalanı ise turistik eşya satan dükkanlar olarak kullanılmaktadır.

Darüşşifa ve imaret camiden uzakta yapılmıştır. Orjinal hallerinde önlerinde var olan dükkanlarla meydandan ayrılmıyorlardı.1894 debreminden sonra inşa edilen ve günümüzde Marmara Üniversitesi Rektörlüğü olarak kullanılan binalar, darüşşifa ve imaretin külliyenin diğer unsurlarıyla olan bağlarını tamamen koparmıştır. Günümüzde Sokollu Mehmed Paşa Yokuşu üzerinde bulunan bu binalar Sultanahmet Teknik Lisesi tarafından kullanılmaktadır.

Külliyenin dört sebilinden üçü günümüze ulaşmış bulunmaktadır. Bunlardan biri araktanın içinden, diğeri dış avli kapısı yanında, üçüncüsü ise türbe civarındadır.

Sultanhamet Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...



Kaynak: www.ibb.gov.tr

MEVLANA'NIN HAYATI

Hz. Mevlana'nın Hayatı

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"


Semazen Su kürelerimizi görmek için tıklayınız

Kaynak: www.mevlana.com

Kapalıçarşı Tarihçe - Uğur Mıstaçoğlu

Kapalıçarşı Tarihçe - Uğur Mıstaçoğlu



İstanbul’un en eski çarşılarından biri olan Kapalıçarşı; Nuruosmaniye ile Bayazıt Camileri arasındaki geniş alana kurulmuştur. Burası hem alışveriş yapabileceğiniz, hem de tarihi yerlerin o kendine has kokusunu duyacağınız, gezerken keyif alacağınız eşsiz bir yer.

Çarşının kalabalık sokaklarında büyük oranda yabancı turistleri görürsünüz, esnaf da genellikle kapılarının önündedir. Tatlı bir rekabet içindeki esnaf, zaman zaman kendi aralarında şakalaşırken, zaman zaman da turistlerle konuşur. Binlerce dükkan, onlarca sokağın içinde dağılmıştır. Bu nedenle tüm çarşıyı gezmek için hatırı sayılır bir güç ve zaman harcamanız gerekir.

Çarşının nüvesi, Fatih Sultan Mehmet tarafından fetihten hemen sonra Ayasofya Camii’ne gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiş olan 2 taş bedestendir. Daha sonra yapılan ilavelerle genişleyen Kapalıçarşı’nın Fatih tarafından kurulan iki bedesteni, Cevahir ve Sandal Bedesteni olarak bilinir. Kapalıçarşı da, İstanbul’daki bir çok tarihi yapı gibi, zaman zaman İstanbul’un büyük yangınlarında ve depremlerde hasar görmüş ve defalarca onarılmıştır. Kapalıçarşı, 30.7 hektarlık bir alanı kaplamakta ve 61 sokaktan oluşmaktadır.

Yaklaşık 1500 metrekarelik bir alana kurulu olun İç Bedesten ile 1300 metrekarelik bir yer kaplayan Sandal Bedesteni çarşının yarı müstakil bölümleridir. Çarşının çevresi, yine çarşının birer parçasını oluşturan hanlarla çevrilidir.

Binlerce dükkanın bulunduğu Kapalıçarşı içindeki 61 sokak ve caddenin çoğu, Fesçiler, Serpuşçular, Tuğcular, Feraceciler, Perdahçılar, Terlikçiler, Kuyumcular, Aynacılar, Kalpakçılar gibi, mesleklere göre isimlendirilmiştir. Çarşının ana caddesi sayılan sokakta çoğunlukla mücevher dükkânları, buraya açılan yan bir sokakta altıncılar bulunur.

Bugün de geçmişteki canlılığını koruyan Kapalıçarşı, İstanbul’a gelen ünlü ve ünsüz bir çok yabancının ilgi odağı olmuştur. Batılı yazarlar, seyahatname ve anılarında Kapalıçarşı’ya geniş yer ayırmışlardır.

Kapalı Çarşı günün her saatinde hareketli ve kalabalıktır. Çarşı girişinde gelişen konforlu, büyük mağazalar Türkiye’de elde imal edilen ve ihracatı yapılan eşyaları satışa sunmaktadır. El halıları ve mücevherat geleneksel Türk sanatının en güzel örnekleridir. Bunlar kalite ve orijin belgeleri ile satılır ve dünyanın her tarafına garantili gönderme yapılır. Halı ve mücevheratın yanında meşhur Türk işi gümüşten yapılmış eserler, bakır, bronz hediyelik ve dekoratif eşyalar, seramik, oniks ve deriden mamul, üstün kaliteli, Türkiye hatıraları zengin bir koleksiyon oluştururlar.


Kapalıçarşı muhtelif tamirler görmüş, ve 1894 depreminden sonra esaslı tadilata uğramıştır.



19. asırın 2. yarısından itibaren Avrupa kumaşlarının geniş ölçüde memleketimize ithali, bedestenlerimizin yerli el dokuması kumaş ticaretini sekteye uğratmış, bankaların açılmaya başlaması da bedestenlerin banka hizmetine son vermiştir.



Bu suretle eski Bedesten, mücevherat, halı, antika eşya satışı ile hizmete başlamış, Sandal Bedesteni de faaliyetini durdurmuştu. 1914 yılında burası İstanbul Belediyesi tarafından satın alınarak bir umumi meraz yeri haline sokuldu. Sonradan neden ise bundan vazgeçildi, ama mezat birçok güzelliği de ortaya çıkartmıştı. Bu yüzden mezat olacağı günü herkes beklemektedir.



Her devirde hayatımızı aksettiren Çarşı, yabancı seyyahların kitaplarında, yabancı ressamların fırçalarında binbirgece masalları gibi yaşatılmıştır.



3000' den fazla dükkanın bulunduğu Kapalıçarşı ' yı hergün mevsimine göre 250.000 ile 400.000 kişi ziyaret etmektedir. Kaybolmaya yüz tutmuş birçok mesleği, kendisine has kültürüyle yaşatan Kapalıçarşı dünyanın en eski, en büyük ve en çeşitli üretimlerinin sergilendiği bir mekandır.


Modern çağın gereklilikleri sonucu yapılan yeni alış-veriş merkezlerinin mimari ve kültürel dokusundan dolayı etkileyemediği Kapalıçarşı çok çeşitli ürünü birçok yerden daha ucuza sergilemektedir.


Kaynak: www.kapalicarsı.org.tr

Osmanlı Kartpostal Kolleksiyonculuğu

Kartpostal basimi, fotografin topluma yayilmasina ve fotografçilarinda çalisma imkanlarini arttiracak mali gücü bulmasina yardimci olmustur. Çünkü fotograf yüzyilimizin basinda oldukça pahali bir nesne oldugundan, ancak Saray erkani, diplomatik çevreler tarafindan, bezende zengin halk tabakasindan bazi kimseler tarafindan satin alinabilmekte idi. Buna karsin kartpostal genis halk kitlelerine ulasma imkani bulmustur.

Taleplerin artmasi ile toplumu ilgilendiren önemli olaylar, mesela 31 Mart Vakasi, II. Mesrutiyetin ilani, Hareket Ordularinin Gelisi, Osmanli Saray Kiyafetleri, Selamlik Merasimleri ve Padisahlar. Zamanimizda kolleksiyonerlerin ve turistlerin taleplerine cevap verebilmek için, çok sayida ve çesitte kartpostal basilmasini saglamistir. Kartpostallara en çok ISTANBUL her yönü ile konu olmustur. Yüzlerce editör sehrin dört bir yanina ait fotograflari kartpostal olarak basmislardir. Basta Galata Kulesi, Saray burnu, Galata Köprüsü, Kiz Kulesi basta olmak üzere Beyoglu, Beyazit, Bogaz, Rumeli Hisari, Kagithane, Göksu, manzaralari bol bol basilmistir. Sehrin daha küçük merkezlerine ait kartpostallara ise çok daha az sayida basildigi için oldukça zor tesadüf edilmektedir. Osmanli dönemine ait yasamla ilgili olan tip kartpostallar da konularina göre siniflamada önemli bir yer tutar. Bunlarin baslicalari, Hamallar, Sakalar, Tulumbacilar, Sokak Berberleri, Seyyar Saticilar, Kadinlar ve Yeniçerilerdir.

Bunlarin disinda yüzlerce editör yada firma tarafindan basilan kartpostallar halen arastirmacilarin ve konu ile ilgili koleksiyonerlerin ilgi odagi olmaya devam etmektedir. Istanbul ve Osmanli Imparatorlugu ile ilgili olarak basilan kartpostallar ne yaziktir ki, ülke içinde yabanci uyruklu kimseler, Elçilik mensuplari ve daha sonralari da ülke disindaki koleksiyoncular tarafindan toplanmislardir. Istanbul da bazi köklü ailelerin ve diplomatlarin evlerinden çikan kartpostal koleksiyonlari da, konu ile ilgileri olmadigi için yok pahasina hemen el degistirmistir.

Ancak 1985 yilinda bir gurup filatelist, pul tüccarlari ve bu konuya merakli kisilerle, kartpostal koleksiyonculugunu çevrelerine yayarak gittikçe gelisen bir koleksiyoncu agi olusturdular. Buna paralel olarak talebin artmasiyla birlikte kartpostal fiyatlarinin yükselmesi yurtdisindaki bize ait olan kartpostallarin yurda dönmesini sagladi. Bu gün bu trafik olumlu yönde gelismekte ve bazi bilinmeyenler gün isigina çikmaktadir. Daha çok mesafe almamiz lazim ancak kartpostallari basan firmalarin ve fotograflari çeken fotografçilarin ve de basim islerini gerçeklestiren matbaalarin kayitlari ve kompozisyonlarla ilgili dokümanlar bizlere ulasmadigi için daha uzun zaman arastirmalar devam edecektir.

Istanbul, kartpostallar üzerinde ilk kez 1895 tarihinde MAX FRUCHTERMANN' in çabalari ile görüldü. Bu yilardan itibaren yaklasik olarak 200 kisiyi bulan editör gurubu degisik açilardan Istanbul manzaralari ve yasamla ilgili görüntüler ihtiva eden tahminen 8000 ile 9000 çesit Istanbul kartpostali bastilar. Bu kartpostallar içinde ISTANBUL Pendik'ten baslamak üzere Beykoz 'a ve Rumeli Kavagindan, Bakirköy'e kadar ayrica bu bölgelerdeki yasamda kartpostallarla bu editörler tarafindan görüntülendi. Istanbul kartpostallarinin kabaca tasnifinde öncelikle basim tekniklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu açidan bakildiginda Max Fruchtermann, Rosenberg, Ottmar, Zeiher, E.F. Rochat gibi editörlerin tas baskilari, Zellich firmasinin fantezi baskili olaganüstü güzel kartpostallari, Bon Marche firmasinin Fransa'da bastirdigi ve günümüzde dahi erisilmesi zor bir kalite olan NEOBROMÜRE ve renkli ipek kagit serileri ve bir Alman firmasi tarafindan basildigi tahmin edilen GOFFRE (kabartma) baskili kartpostallar, fotograf baskili modern kartpostallar öncesine örnek olarak verebiliriz.



Kartpostallarımızı görmek için tıklayınız...



Kaynak: WWW.AKYOL.COM

Kapalıçarşı'nın tek Gramafon tamircisi

Kapalıçarşı’daki küçük bir dükkanda gramofon tamirciliği ve üretimi yapan Mehmet Öztekin, geçmişin bu sihirli kutusunu günümüze taşıyor. Günümüzün çok daha ileri cihazları karşısında unutulmaya yüz tutan gramofonlar, onun ellerinde sadece bir koleksiyon nesnesi olmaktan çıkıyor ve yaşama dönüyor, ses veriyor.

Bugün hafızasında taşıdığı binlerce şarkı, yüksek ses kalitesi, gömleğinizin cebine bile sığabilecek ergonomisiyle iPod’unuz, sizi müziğin sihirli dünyasına bağlıyor olabilir. Oysa müzik dinlemek, dijital olanaklar tarafından son derece pratik yöntemlere kavuşturulmadan önce, oldukça zahmetli bir işti. Ses bantlarını kullanan mekanik teypler, pikaplar ve daha da önce gramofonlar taşıdı notaların iksirini insanlara. Bugün hassas bir çember üzerinde gezinen parmakların menüden seçip dinlemeye aldığı şarkılara; eskiden şaşkınlık ve hayranlıkla bakılan taş plaklar üzerinden ulaşılabilirdi ancak. Ama işte, “eskimiş” şeyler unutulur. Bir dönem varlıklarıyla insanların hayatını kolaylaştıran nesneler, kendilerinden daha gelişkin olanlar dolaşıma çıktığında unutuluşun acımasız döngüsüne girerler.
Gramofon da vefasız insan belleğinin tozlu bir köşede unuttuğu eski kıymetlilerden. Sesin kayıt altına alınabilmesini mucizevi bir buluş olarak karşılayan ve o kaydın yeniden dinlenmesini sağlayan gramofonların başında belki de yaşamlarının en keyifli anlarını geçiren insanlar bizden sadece birkaç kuşak uzaklıkta. Ama bugünün kuşağı, değil gramofon dinlemek, onu tanımıyor bile. Elbette bu, hüzünlü görünse de kaçınılmaz bir durum. Öyle ki, bir süre sonra da iPod’lar meraklı koleksiyonerler dışında kimsede olmayacak şüphesiz. Gelecekte, belki yine tarihi bir çarşının bir köşeciğinde, dijital aygıtlarla ilgilenen birinin öyküsü anlatılacaktır. Biz şimdi “Gramafoncu Baba”nın dükkanına girelim ve gramofonu bugüne taşıyan Mehmet Öztekin’e kulak verelim...

Gramofon cihazı iki ana bölümden oluşur. Altta bir gövde ve yukarı doğru bir çiçek gibi açılan ses borusu. İğnenin dönen taş plak üzerinde çıkardığı titreşimler bu alüminyum boru aracılığıyla ses olarak havaya aktarılır. Plağı çeviren disk ise, mekanik olarak elle kurulan bir zembereğin sağladığı güçle döner. Bir başka deyişle, gramofonun enerji kaynağı kol gücüdür... Elektrikli radyolar ve pikaplar bu yüzden önemli bir yenilik olarak görülmüş ve gramofonun tahtını kolay ele geçirmişler.

“Devir” değişince...
Tarihi Kapalıçarşı’nın Lütfullah Efendi kapısı çıkışında; vitrini, rafları, masaları gramofonla ve gramofon parçalarıyla dolu dükkanın içinde beyaz saçlı, beyaz sakallı bir gramofon ustası oturuyor. Mehmet Öztekin, 40 yılı aşkın zamandır; gramofonun en şaşaalı günlerine de, önce radyo sonra televizyon karşısında itibar kaybettiği en kötü günlerine de tanıklık ederek gramofon tamirciliği yapıyor.
Öztekin için gramofon baba mesleği: “Bizim çocukluğumuz farklıydı. Okul tatil olur, sana bir hafta sokakta oynama izni verilir; sonra bir ustanın yanına gidip çalışırsın. Ben de babamın yanında feyz alarak başladım.” Bir zorunluluk gibi görünse de Mehmet Öztekin gramofon işinin tüm hayatını kapsayacak bir uğraş olduğunu çabuk fark etmiş. Uğraş çocukluktan başlayınca onun uzun bir tarihine tanıklık etmekte mümkün elbette. Öztekin de gramofonun öyküsünü çok özet bir benzetmeyle açıklıyor: “Bugün evlerimizin başköşesinde duran televizyonların birden ortadan kalkmaya başladığını ve geçiminizi de televizyon tamirciliğiyle sağladığınızı düşünün!” Şimdi nostaljik bir merakla gramofona duyulan ilgi yeniden artmaya başlasa da, Öztekin’in uzun yıllar yaşadığı sıkıntıları özetliyor bu benzetme. “Bugünkü görüntü güzel; oysa yakın zamana kadar koşullar sert ve yorucuydu. Ama ben direndim. İnsanın hamurunda bir tuhaflık var: İnsanlar elindekinin değerini kaybetmeye başladığında ya da kaybettiğinde anlar. Bu sevdiğimiz insanlar için de geçerlidir, önem verdiğimiz nesneler için de... Gramofon dünyanın en önemli buluşlarından biridir hâlbuki; gramofona kadar sesin kaydedilmesi, bu kaydın taşınıp götürülebilmesi mümkün değildi.”
Ama sonra...
Sonra pikaplar çıkmış ve devir düşmüş. Bu, sesi taşıyan plağın dakikada 78 yerine 45 devir yapması ve daha fazla kayıt hacmine sahip olması demek. Sonra 33 devirli long play’ler gelmiş. Böylelikle sözcüğün her anlamıyla “devir değişmiş”. Bu yenilikler insanların gramofonu terk etmelerine neden olmuş. Bu dönem, Öztekin ve işi için de zorlu bir dönem. Nitekim, iyi ya da kötü, gramofonun başına gelen her şey biraz da Öztekin’in başına gelmiş oluyor. Daha küçük bir dükkanda, daha doğrusu bir hanın üst katlarındaki küçük bir ofiste bir tür “geri çekilme” yaşamış gramofonla birlikte Öztekin. Ama gösterdiği direnç, onu sadece Türkiye’nin değil dünyanın da bilinen grafomoncularından biri haline getirmiş. O bunu büyük bir doğallıkla dile getiriyor: “Türkiye’nin neresinde olursa olsun, arızalanmış bir gramofon, üç el, beş el, sekiz el değiştirir, yine burayı bulur!” Gelen arızalı gramofonlar “kurtarılabilir” durumdaysa Öztekin bunları ayağa kaldırıyor. Eğer arıza “ölümcül”se de gelen cihazın işe yarar parçaları nı kullanıyor. Öztekin’in yeni ürettiği gramofonların önemli bir hammadde kaynağı bu eskiler. Bu dönüşümü bir tür organ nakline benzetiyor Öztekin; hayatı sona eren gramofonlar yenilere hayat veriyor.
Mehmet Öztekin 40 yılı aşkın bir zamandır gramofon tamir etmeye ve makine aksamı dışında orijinal gramofon üretmeye devam ediyor. Bir gramofonu tamamlaması için gerekli süre yaklaşık bir hafta. İlgiyi daha çok turistler gösteriyor. Ama, “Çoğu dekoratif kaygılar taşısa bile bizimkiler de artık ilgileniyor” diyor Öztekin.
Dükkandan ayrılmadan önce, ünlü His Master’s Voice (Sahibinin Sesi) marka gramofonda bir taş plak dönmeye başlıyor. Müzeyyen Senar’ın sesi, belki biraz cızırtılı ama gençliğinin tüm berraklığını taşıyan bir taş plak kaydıyla dolduruyor odayı. Geçmişin sarı ışığı Mehmet Öztekin’in yüzünde dolaşıyor.

TÜRK KARTPOSTALLARI

TÜRK KARPOSTALLARI


Geçmişin izlerini bir fotoğraf karesinde saklayan kartpostallar,

anıların en canlı tanıkları olarak karşımıza çıkıyor. Önce siyah

beyaz basılan, ardından olanca renkleriyle raflarda yerini alan

kartpostallar, yakın tarihe ışık tutması nedeniyle belgesel bir

değer de taşıyor...



19. yüzyılın ortalarında Avrupa ve Amerika’da kullanılan ilk

kartvizitler, bugünkü kartpostalların atası olarak biliniyor.

Çoğunlukla arkadaş ziyaretlerinde ve özel günlerde kullanılan

bu kartvizitin yaratıcısı Paris’li portre sanatçısı Andre Disderi’ydi.

Zamanla İmparator III. Napolyon’nun kendi kartı için Disteri’ye

poz vermesinin ardından kartvizitler, doğum günlerinde, yortularda

yakın çevreye verilmeye başladı. Victoria Dönemi’nde ise kartvizit

albümleri ortaya çıktı. Amerikan İç Savaşı sırasında büyük bir pazara

dönüşen kartvizitlerin boyutları büyüyerek kartpostala döndü.

Birdenbire benimsenen kartpostallar, büyük bir çılgınlıkla tüm dünyaya

yayılmaya başladı.



Bayramların vazgeçilmeziydi...

Dünyayla birlikte Türkiye’de de yaygınlaşan kartpostallar,

yıllarca bayramların vazgeçilmez tebrik mesajlarını taşıdı.

Batı geleneklerinin benimsenmesiyle, yılbaşı ve doğum günleri

gibi kutlamalara da aracılık etmeye başlayan bu fotoğraflı kartlar,

asker ocağından postalanan özlemlerin en tipik aynası oldu.

Önceleri siyah beyaz basılan kartların ön yüzlerinde çeşitli tarih

ve isimlere rastlanırken, teknoloji onları da değiştirdi; boyadı,

renklendirdi, parlattı...





Eski kartpostallara rağbet çok
Bugün sayıları hızla artan koleksiyoncular son yıllarda kartpostallara

da merak sardı. Özellikle siyah beyaz ve eski olanlar sıkça el

değiştirmeye, sergilenmeye ve arşivlenmeye başlandı. Osmanlı

kartpostalları, peşinden koşulan çeşitlerin başında yer alırken, piyasayı

iki haftada bir yoklayan koleksiyonerlerin, her çıkan yeni karttan ikişer

adet saklaması adet oldu.

Bunlar arasında turistik ülke örneklerini de biriktirerek, oldukça zengin

bir arşiv oluşturanların sayısı hiç de az değil. Yakın geçmişe ışık tutan

ve belgesel özellik taşıyan kartpostallar modaya uyup, sık sık çehre

değiştirse de ülkeleri ve dönemin yaşamını yansıtması açısından

önemli sayılıyor. Kartpostallar için düzenlenen müzayedeler ise

koleksiyonerlerin başlıca ilgi odağı. Minyatürler,çini desenleri, halı

motifleri, antik parçalar, hayvanlar, karlı noel manzaraları,

reprodüksiyon kartları bu grubun en gözde ürünleri.

Dünyanın her yanında olduğu gibi, Türkiye’ye gelen turistlerin de ilk işi,

bir kartpostal seçip, arkasına "ben buradaydım, burayı gördüm" dercesine

iki satır karalamak ve onu postalamak oluyor.





Ülkemize gelen yabancı turistlerin en çok tercih ettikleri kartların

başında Türk Bayrağı kartpostalı, altı minaresinin de göründüğü

Sultanahmet Cami fotoğrafı geliyor. Bunları; turistik deve, çok

fotoğraflı kartlar, gravürler takip ediyor.



Reşit Keskin, bir yenilik olarak kartpostallardaki fotoğrafları küçük el

çantalarının üzerlerine bastıklarını ve bunun turistler tarafından ilgi

gördüğü belirtiyor. Çantaların üzerindeki resimler, kartpostal dünyasına

yepyeni bir boyut kazandırırken, küçük ebat ipek halı motifleri de

yabancıların en çok satın aldığı ve ilgi gösterdiği turistik anı eşyalarının

başında geliyor.



Şehir planlamacılarına düşen görevler;



Her kartpostalın sınırlarımızı aşıp Türkiye’yi tanımayanlara ulaştığı

düşünülürse, çekilen her fotoğrafın ülkeyi tanıtmak açısından yarattığı

önem bir kez daha büyüyor. Kartpostala böyle yaklaşıldığında, turistik

yöre ve tarihi eserlerin bulunduğu bölgelerdeki çevre düzenlemesi de

gündeme geliyor. Öncelikle bu bölgelerdeki ilan, pano, direk, havada

asılı kablolar gibi görsel kirliliğe sebep olan detaylardan bir an önce

kurtulmak geliyor. Örneğin, İstanbul’un Galata Kulesi veya Laleli Otelleri’

nin çatıları gibi panaromik açılar sunan noktaların gözden geçirilmesi,

ayrıca turistlerin en çok fotoğraf çektikleri tarihi eserlerin çevresinde

düzensiz uzayarak görüş açısını, seyir ve çekim imkanını engelleyen

ağaçların peysaj mimarları gözetiminde temizlenmesi gerekiyor.

Tüm bunlar kuşkusuz, yalnızca kartpostal için değil, gelen her konuk

için daha özenli seyir ve fotoğraf imkanı sunacak, ülkemizin doğru ve

güzel görüntülerle sunulmasını sağlayacak.





Kartpostallarımızı görmek için tıklayınız...

T shirt Tarihi

T shirt Tarihi

T-shirt yakın geçmişe kadar günümüzdeki konumundan oldukça uzakta, yalnız iç çamaşırı olarak kullanılan bir eşya olarak algılanmış, bu konumunun gereği olarak geçmiş yıllarda henüz ne reklam aracı kullanılan bir eşya ne de tek başına bir sanayii kolu olabilmiştir. T-shirt’ün doğuşuna ve yaygın kitleler tarafından dış giysi olarak kullanılmasına sebep olan sürecin Deniz Kuvvetleri aracılığı ile başladığı varsayılmaktadır.



İlk T-shirt’ ün imal tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, askeri kurallar gereği bahriyelilerin göğüs kıllarının görünmesini önlemek amacıyla 1913 yılında Amerikan Deniz Kuvvetlerinde bisiklet yaka, kısa kollu beyaz renkli ve pamuklu kumaştan mamül bir atlet giyilmesinin zorunlu tutulması bu sanayinin başlangıcı kabul edilmektedir. Bu giysi ordu tarafından aslında görünmemesi gereken bir iç çamaşırı olarak öngörülmüştür.



1934 yılında "It Happened One Night," filminde, giysi olarak kullandığı T-shirt’ü çıkararak üstü çıplak kalan Clark Gable’ ın, T-shirt’ ün dış giysi olarak kullanılması yolundaki yükselişte önemli rol oynadığı varsayılır. Fakat T-shirt, o yıllarda yinede yaygın olarak uygun bir giysi altına giyilen bir iç çamaşırı olarak kullanılmaya devam edilmiştir.



T-shirt ün iç çamaşırı olarak kullanıldığı gibi, dış giysi olarak ta kullanılmaya uygun olduğu ilk kez 1938 de telaffuz edilmeye başlanmıştır. Bahriyeliler zorunlu olarak giydikleri ve daha sonra rengi kamuflaj amacıyla yeşil olarak değiştirilen beyaz atletlerini dış giysi olarak kullanmaya başlamışlardır. 1944 yılında ordu tarafından yürütülen bir araştırma, koltuk altında ter tutma özelliği ve daha iyi görünmesi sebebiyle silah altına alınmış personelin kollu T-shirtleri kolsuz olanlara tercih ettiğini ortaya koymuştur.



Clark Gable’ örneğinde olduğu gibi, Marlon Brando “A Streetcar Named Desire” filminde, James Dean “Rebel Without a Cause” filminde ve genç Elvis Presley gibi diğer yıldızlarda Holywood filimlerinde T-shirt’ün çekici bir dış giysi olarak algılanmasında önemli rol oynamışlardır.



İkinci Dünya Savaşı, T-shirt’ ün dış giysi olarak kullanılması açısından uluslararası bir yükseliş ve ilk baskılı T-shirtleri getirmiştir. Kayıtlı en eski baskılı T-shirt, New York valisi Thomas E. Dewey tarafından 1948 yılı başkanlık seçimleri kampanyasında "Dew-It with Dewey" sloganı ile kullanılmış ve Smithsonian Enstitüsünde sergilenmektedir. Bu gelişme ile T-shirt’ ün çizgisi ve kullanım alanı artık ebediyen değişmiştir.



Fakat tüm gelişmelere rağmen, T-shirt yinede halen yalnız erkeklere özgü kabul edilmektedir. Walt Disney’in de içinde olduğu bazı pazarlama dahilerinin T-shirt üzerine harfler ve basit tasarım baskıları yapması ve hatıra eşyası olarak satışa sunmasıyla T-shirt kullanımında erkek egemenliği ortadan kalkmıştır. Daha sonra hippilerin geleneksel kıyafetleri reddettikleri 60lı yıllara gelinmiş, T-shirt boyanarak kişisel beğenileri yansıtabilen en kolay, en ucuz giyim tarzı olarak benimsenmiştir.



1959 yılında, Plastisol adı verilen esneme özelliğine sahip baskı mürekkebinin bulunması T-shirt tasarımı ve baskı tekniklerinin geliştirilmesi açısından devrim sayılmaktadır. Bu gelişmeyi takip eden sıcak baskı ve daha sonra litho baskı tekniklerinin geliştirilmesi T-shirt endüstrisini doğurmuştur.



Uluslararası dönemsel moda akımlarından farklı olarak T-shirt kolaylıkla kişisel talep ve istekler doğrultusunda şekillendirilebilmektedir. Gelişen bilgisayar ve yazılım teknolojisi üreticilerin, müşteriler tarafından T-shirt üzerinde talep edilen kişiye özel baskıları gerçekleştirebilmesini olanaklı kılmakta, böylelikle T-shirt hayatın özel anlarının yansıtılabildiği bir mecraya dönüşebilmekte hatta üzerinde hayat hikayeleri anlatılabilmektedir. Moda tarihçilerinin bir zamanlar küçümseyerek üzerinde durmadıkları T-shirt tarihi, T-shirt’ün moda dünyasında günümüzde ulaştığı noktada ciltler dolusu kitaba sığdırılamamaktadır.





Erkek T-shirtlerimizi görmek için tıklayınız...



Bayan T-shirtlerimizi görmek için tıklayınız...







Kaynak: http://etf.com.tr

PEŞTAMAL HAKKINDA

PEŞTAMAL HAKKINDA

Kuşağın üzerine bağlanan yöresel bir dokuma çeşididir. Günümüzde hazır olarak alınır. Şalpazarı’nda kullanılan renkler bordo-beyaz, bordo- siyah ve kahverengi- siyahtır. Eskiden “şal peştambal” denilen ve Şalpazarı’na adını veren ,yünden dokunan
Siyah renkli peştamallar da yaygın şekilde kullanılırmış. Şal peştamalların uçlarında bele bağlamak için ucu püsküllü özel bağları bulunurmuş.Gelinler için ise ipek peştamallar satın alınırmış.


Peştamal kuşakla veya kuşaksız olarak kullanılır. Eskiden peştamalsız dolaşmak ayıp sayılırken ve kuşak peştamal olmadan sarılmazken günüüzde sadece kuşağın kullanıldığı da görülebiliyor.

Hazır alınan peştamalın kenarına sökmemesi için dikiş geçilir. Bele sarılırken sadece sarılıp bırakıldığı gibi sarıldıktan sonra katlanıp bele de sokulur. Peştamalın katlanması da özel şekilde olur. Ortaya yakın bir yerden alınıp katlanır. Peştamalı katlamanın birkaç değişik şekli de vardır. Ancak hiçbir zaman bir ucu alınıp üçgen yapılıp bele sokulmaz. Peştamal kuşağın üzerine sarılıyorsa katlanırken kuşağın saçaklarına dikkat edilir. Saçaklar görülecek şekilde katlanır.

Eskiden bazı köylerde peştamalı katlamak ayıp görülürmüş.Özellikle de fakirliğin fazla olduğu yıllarda peştamal örtünmede son derece önemli bir işlevi karşılarmış. Günümüzde ise, yaşlılar ve orta yaşlılar arasında bu işlevini devam ettirse de gençler arasında daha çok bir süs olarak kullanılıyor.



Peştamallarımızı görmek için tıklayınız...

Halı Nasıl Temizlenir?

Halı Nasıl Temizlenir?
“Ne şekilde olursa olsun gündelik kullanım esnasında halılarda çeşitli lekelerin oluşması doğaldır. Önemli olan hangi lekenin nasıl temizleneceği konusunda yeterli bilgiye sahip olmaktır. ‹şte 12 zorlu lekeye karşı 12 farklı temizleme yöntemi...”

Halınız ilk günkü görünümünü zaman içinde kaybeder. Bu gündelik kullanımdan kaynaklanan geçici bir kirlenme veya doğru yöntemlerin uygulanmamasından kaynaklanan kalıcı bir hasardan ötürü olabilir.

Ne şekilde olursa olsun gündelik kullanım içerisinde halılarda çeşitli lekelerin oluşması doğaldır. Önemli olan hangi lekeyi nasıl temizleyeceğiniz konusunda yeterli bilgiye sahip olmanızdır. ‹şte 12 zorlu lekenin temizlenmesine yönelik 12 farklı temizleme yöntemi…

Halı temizliğinde birtakım leke yok etme önerilerinde bulunmadan önce şunu belirtmek gerekir; halınızın ömrünü uzatmak istiyorsanız halı kesinlikle düzenli olarak vakumlanmalıdır. Düzenli vakumlama halınızın yüzeyindeki kir taneciklerinin zaman içinde derinlere nüfuz ederek kalıcı ve derin lekeler oluşturmasını önleyerek zamanında yok edilmesini sağlayacaktır. Böylelikle ciddi paralar harcayarak satın aldığınız değerli halılarınız ilk günkü görünümlerini korumayı sürdürecektir. Vakumlama işleminde önemli bir diğer konu ise halı yüzeyini zedelemeden yalnızca kirlerin alınmasını sağlayacak uygun aparatın kullanılması olacaktır. Bunun yanında bazen fırça aparatıyla ulaşılamayacak kirler her ne kadar görünürde bir kir bırakmamış gibi görünse de halının derinlerine nüfuz ederek kalıcı kir ve leke oluşumuna neden olur. Bu açıdan daha derinlere temas edebilecek aparatları kullanın. Halının püskülleri varsa, buna dikkat ederek ona göre bir vakumlama yapın. Her ne şekilde olursa olsun vakumlama işlemini dikkatli yapmayı unutmayın. Halınız kalın dokuluysa ve vakumlamadan kaynaklanan izleri bir diğer deyişle gölgelenmeyi yok etmek istiyorsanız, o zaman tek bir yönde vakumlama işlemini gerçekleştirmeniz doğru olacaktır. Daha sonra halı yüzeyini elinizle düzleştirmeyi unutmayın. Böylelikle halı yüzeyinde herhangi bir gölgelenme olmayacaktır.

Halınızı yüzeyinde beliren sandalye, masa, sehpa ve koltuk ayaklarından kaynaklanan iz ve çukurlaşmaları da mobilyalarınızı yerlerini zaman zaman değiştirerek yok edebilirsiniz. Böylelikle halının yıpranma oranını azaltır her parçanın daha eşit şekilde eskimesini sağlamış olursunuz. Ayrıca halının kirlenme oranı fazla olan alanlarını da mümkün olduğunca sık temizlemenizde fayda vardır.

Kir ve lekeye karşı koruma;
ilk yardım:

Hiç kimse değerli boş zamanlarını halı temizliğiyle geçirmek istemez. Halıdaki leke ve kirleri temizlemek için geçirilen zaman kaybını önlemek kadar yıpranma ve kirlenmeye karşı önemli bir yöntem de dışarıda giyilen ayakkabıların mümkün olduğunca ev içerisinde giyilmemesini sağlamaktır. Eve girişte ayakkabıların çıkarılması veya kapı önü paspaslarının kullanılması bu anlamda önlem olarak alınabilir. Kapı girişlerinde kullanılacak paspaslar hem kirlenmeyi azaltacak hem de hijyen sağlayacaktır. Unutulmaması gereken bir diğer nokta da girişlerde kullanılan bu paspasların mümkün olduğunca yıkanabilir özellikte olmaları gerektiğidir.

Güzelim halınızın üzerine herhangi bir sıvının dökülmesi durumunda öncelikle yapmanız gereken şey, dökülen sıvı fazlalığını birkaç kat havlu peçete yardımıyla almak olacaktır.

‹lk yardım niteliğindeki bu işlemin ardından bir miktar seyreltilmiş sıvı el deterjanı ve temiz bir bez yardımıyla lekenin üzerini leke yok olana dek tamponlayın.

Peki, hangi lekeye ne tür bir temizleme yöntemi uygulanmalıdır? ‹şte bir dizi leke ve uygun temizleme metodları…

12 FARKLI LEKE TEMİZLİĞİ

Domates ve sos lekelerinin temizlenmesi:
Spagetti sosu veya domates çorbası gibi domates bazlı halı lekelerini temizlerken %3 hidrojen peroksit veya oksijen içeren sıvı ferment deterjan kullanabilirsiniz. Halıdaki lekeleri yok etmeye çalışırken, her zaman halının çok fazla gözle görülmeyen bir kısmında bu uygulamayı yapmayı akıldan çıkarmayın. Temizleyiciyi uyguladıktan sonra, birkaç dakika lekenin üzerinde bırakın, ardından temiz suyla durulayın. Her zaman bir kurutma kağıdı ile kurutarak lekeleri halıdan alın, ama asla sürtmeyin. Böylelikle halı elyafı zarar görmemiş olur. Lekeye yönelik uygulamalarda daima dışardan içeri doğru hareket edin. Böylelikle lekenin daha fazla alana dağılmasını önlemiş olursunuz.

Sakız lekesinin temizlenmesi:
Sakız halı yüzeyinde yapışkan bir kir bırakır. Sakızdan kaynaklanan bu tip lekeler konusunda endişe etmeyin. Çünkü temizlenmesi ve halı yüzeyinden yok edilmesi aslında oldukça kolaydır. Bu tip yapışkan kirler ya belli firmaların sprey temizleyicileri veya herhangi bir yağlı temizleyicilerle kolaylıkla yok edilir. Önemli olan halının yüzeyine yapışmış ve kurumuş bu sakız taneciklerinin yumuşamasını sağlamaktır. Ardından sodalı su yardımıyla temiz bir bezi lekenin üzerine bastırmak ve birkaç dakika bekletmek yeterli olacaktır. Bu işlemin ardından leke yok edildiğinde hiç kimse bu yüzeyde önceden sakız lekesi bulunduğuna inanmayacaktır.



Yağ lekesinin temizlenmesi:
Yağ lekeleri de ayrı bir derttir. Halıdaki yağ lekelerini temizlemek için şu yöntemi uygulamayı deneyin; yağlı leke ya da lekelerin üzerine bir gece öncesinden soda veya mısır nişastası uygulayın. Vakumlamanın ardından, yağın emilimi sağlanır. Eğer bu uygulamanın ardından hala leke ve kalıntı yok edilmediyse, leke yok olana kadar lekenin üzerine bir bez yardımıyla sirke uygulayın. Yağ lekelerini çözmek üzere özel olarak formüle edilmiş bir sıvı bulaşık deterjanı halıdaki yağ lekelerini yok edecektir. Bunun için de yarısı deterjan yarısı su dolu bir solüsyonu lekenin üzerine direkt spreyleme yöntemiyle uygulayabilirsiniz. Ardından havlu peçete veya temiz bir bez yardımıyla leke kaybolana dek silebilirsiniz. Daha sonra durulamak için nemli bir sünger yardımıyla lekenin üzerini silin.

Şurup ve benzeri yapışkan lekelerin temizlenmesi:
Herhangi bir pasta, kek şurubu veya reçelin halıya dökülmesi tam bir kabustur. Bu yapışkan döküntü daha da derinlere halı elyafının içine nüfuz ederse daha da büyük felaket olur. Bu tarz şekerli ve yapışkan sıvı lekelerin temizliğinde, bir çay kaşığı bulaşık deterjanını bir çay kaşığı ılık suyla karıştırarak bir solüsyon elde edin. Bu sıvıyı lekenin üzerine spreyleyerek uygulayacabileceğiniz bir şişeye koyun. Sıvıyı lekenin üzerine döktükten sonra kağıt havlu veya temiz bir bez yardımıyla lekenin üstünü silin. Bu uygulamanın da ardından lekenin üzerini yapışkan ve sabunlu kalıntıyı halıdan yok etmek amacıyla temiz suyla silin.

Şarap lekesinin temizlenmesi:
Şarabın tanen içermesi nedeniyle şarap lekelerinin yok edilmesi bazen çok zordur. Halıdaki kırmızı ve beyaz şarap lekelerini yok etmek için bazı basit solüsyonlar vardır. Örneğin, eğer halıya kırmızı şarap döküldüyse, lekenin üzerine derhal bir bardak beyaz şarap dökün. Beyaz şarap kırmızı şarabı etkisiz kılacak, böylelikle leke kaybolacaktır. Beyaz şaraptan kaynaklanan lekeleri ise bir miktar sirkeyle bastırmanız yeterli olacaktır. Her iki lekeyi yok etme metotları da beş dakikadan az bir zamanı alır.

Üzüm suyu lekesinin temizlenmesi:
Şarapta olduğu gibi üzüm suyundaki tanenler lekenin halıdan çıkarılmasını zorlaştırır. Koyu bir mor lekenin verdiği görünüm oldukça ürkütücü bir o kadar da zordur. Ancak sodalı su bu konuda imdadınıza yetişir. Bir miktar sodayı halının üzerine dökün ve kağıt havlu yardımıyla tamponlama işlemi yapın. Aynı şekilde halıdaki bu lekenin yok edilmesi için bir miktar sirke ve yumuşak bir el deterjanı karışımı da işinizi görür. Bu karışımı lekenin üzerine hafifçe bastırarak ve bir süre bu işlemi tekrar ederek halıdaki lekenin yok edilmesini sağlayabilirsiniz. Eğer hala lekeden iz varsa bu defa nemli temiz bir bezi kalıntının üzerine tamponlayarak uygulayın.

Yağlı boya lekesinin temizlenmesi:
Halıda yağlı boyadan kaynaklanan lekelerin yok edilmesine ilişkin herhangi bir kimyasal malzeme kullanmadan önce halının ilk etapta görünmeyen bir kısmında deneme yapmanız faydalıdır. Halının bu gizli kısmı dolap veya mobilyalarınızın altında kalan bir kısmı olabilir. Böyle bir uygulama halıya olduğundan daha fazla vermenizi önleyecektir. Halıdaki bu tip lekeleri yok etmek için ilk etapta inceltilmiş ve az miktarda boya sökücü tiner kullanın. Ardından nazikçe leke kaybolana dek tamponlamayı sürdürün. Eğer bu işlem işe yaramıyor veya tiner bulunmuyorsa o zaman kuru temizleme çözücüleri kullanmayı deneyin. Eğer boya derinlere nüfuz etmediyse fark edilmeyecektir, yüzeyin hafifçe çırpılması boyanın yok edilmesinde yeterlidir. Eğer tüm bunların hiçbiri işe yaramıyorsa, o zaman profesyonel halı temizliği yapan şirketlerle irtibata geçmeniz gerekecektir.

Yağlı lekelerin temizlenmesi:
Yağ içeren lekelerin halıdan çıkarıl-ması için yapmanız gereken ilk şey öncelikle yağın bir şekilde halıdan emilimini sağlamanız olacaktır. Kabartma tozu veya mısır nişastası bu noktada iyi sonuç verir. Öncelikle pudrayı lekenin üzerine bol miktarda serpin ve bir gece lekenin üzerinde bırakın. Ardından pudrayı vakumlayın. Vakumlanan alandaki renklerde bir solma söz konusu ise lekenin üzerini yumuşak bir el deterjanı veya yağlara karşı etkili bir sıvı çamaşır deterjanı ile silmeye çalışın. Leke yok olduğunda bu defa da temiz nemli bir bez veya sünger yardımıyla lekenin üzerini silmeyi deneyin.

Oje lekesinin temizlenmesi:
Ojeden kaynaklanan lekelerin yok edilmesinde yalnızca aseton kullanmanız işe yarar. Bir miktar pamuk veya temiz bir bez üzerine bir miktar aseton dökün ve leke kaybolana kadar lekenin üzerine uygulayın. Tüm kalıntıları yok etmek adına lekenin üzerine bu kez temiz su uygulayın. Halı lekelerini temizlerken özelikle ojeden kaynaklanan lekelerin temizliğinde unutmayın ki uygulamanın tamponlama şeklinde yapılması son derece önemlidir. Sakın sürtmeye kalmayın, bu işlem ojenin dağılarak lekenin daha da geniş bir alana yayılmasına neden olur.

Çikolata lekesinin temizlenmesi:
Halıda çikolata veya kahve lekesi meydana geldiyse, lekeli kısma sirke uygulaması yapmanız yeterli olacaktır. Tamponlama işlemini leke yok olana kadar tekrarladıktan sonra nemli bir sünger veya bez yardımıyla lekenin üzerini durulayın. Eğer sirkenin kokusu sizi rahatsız ediyorsa, halınızı temizlemek için yumuşak bir sıvı el deterjanını da leke temizliğinde kullanabilirsiniz. Temiz bir bez üzerine sıvı bir el deterjanını dökün ve hafifçe bastırarak lekenin yok olmasını bekleyin.

Uhu lekesinin temizlenmesi:
Evinde çeşitli tamiratlar yapmayı sevenlerdenseniz, ufak kaza ve aksilikleri hiç beklemediğiniz bir anda ortaya çıkabileceğine de tanık olmuşsunuzdur. Eğer böyle bir tamirat yaparken en sevdiğiniz halının üzerine yapışkan veya uhu döküldüğünde ne yaparsınız? Öncelikle bu gibi durumlarda asla paniğe kapılmayın. Aslında halı üzerinde oluşan uhu lekelerini temizlemek göründüğünden çok daha kolaydır ve sanıldığının aksine çok az zamanınızı alacaktır. Öncelikle bu tip lekelerde uhunun dökülmesinin hemen ardından müdahale yapılması önem taşır. Uhu ne kadar ıslak ve yeni oluştuysa, halı üzerinden çıkarılması da o denli kolay olur. Öncelikle lekenin üzerini ılık bir süngerlerle bastırın. Bu şekilde daha fazla uhu kalıntısı çıkarılamayıncaya kadar bu işlemi sürdürün. Ardından ılık sirkeye bastırılmış bir bezi lekenin üzerine yerleştirin ve lekenin üzerinde yaklaşık yarım saat bekletin. Bu işlemden sonra uhu bezle silindiğinde kolaylıkla yok olacaktır. Ancak eğer uhu çoktan kurumuşsa, o zaman bir bıçak veya spatula yardımıyla halının lekeli kısmını hafifçe kazıyın. Bu işlemi daha fazla sertleşmiş herhangi bir uhu kalıntısı çıkarılamayıncaya kadar sürdürün, o andan sonra sirkeye batırılmış havluyu lekenin üzerine uygulayın. Eğer tüm bu metotların hiçbiri de lekenin yok edilmesini sağlamazsa, bu kez kuru temizleme çözücülerinden birini kullanın. Ancak bu uygulamadan önce hem kullanılacak maddenin hem de halınızın ürün ve kullanım kılavuzunu iyice gözden geçirdikten sonra uygulamaya başlayın. Söz konusu malzeme halınızda kullanıma uygun ise o zaman leke yok olana kadar lekenin üzerine uygulayın.

Kahve lekesinin temizlenmesi:
Halının üzerindeki kahve lekelerinin yok edilmesi aslında zor değildir. Bu lekelerin yok edilmesinde lekeye mümkün olduğunca çabuk müdahale edilmesi önemlidir. Halının üzerinde lekeleri etkili bir şekilde yok edin. Önemli olan lekenin olabildiğince çabuk müdahale edilerek yok edilmesidir. Eğer bu şekilde davranmazsanız, kalıcı zararların oluşumunu önleyemezsiniz. Soda veya sirke ile leke yok olana kadar silin. Eğer gereğinden fazla bekler ve lekenin yerleşmesine neden olursanız lekenin çıkarılması zorlaşır. Bu aşamada lekeyi yok etmek için kuru temizleme solüsyonu kullanmanız gerekir. Leke yok olana kadar tamponlamayı sürdürün.



Halılarımızı görmek için tıklayınız...

Kaynak: halionline.net

HALI TERİMLERİ

HALI TERİMLERİ



“Her konuda olduğu gibi halıda da bazı önemli teknik terimler bulunur. Bu terimleri bilmek, hem halı satın alırken daha doğru seçimler yapabilmeyi hem de uzman kişilerle daha rahat bir iletişimi sağlar.”




Halı ve Kilim Birliği (CRI) tarafından hazırlanan bazı teknik halı terimleri hem halı seçimi hem de uygulamaları konusunda tüketicilerin çok daha bilinçli davranmalarına yardımcı oluyor. Halı satın alırken veya kurulumu esnasında size daha da kolaylık sağlaması ve bu konuda daha fazla bilgi sahibi olabilmeniz adına CRI temel bazı halı terimlerini şöyle sıralıyor;



Antimikrobik: Halıda sıklıkla görülen bakteri, mantar, küf ve benzeri oluşumları azaltmak için halıya uygulanan kimyasal işleme verilen addır.



Antistatik: Halı sisteminin herhangi bir elektrostatik yükünü insan duyarlılık eşiğine ulaşmadan dağıtma özelliğidir.



Altlık: Üzerinde yüründüğünde halının yeterli yumuşaklık ve desteğe sahip olmasını sağlamak üzere halı altında kullanılan bir malzemedir. Altlık halının yalıtım özelliklerini arttırarak aynı zamanda kullanım süresini de uzatır. Bazı durumlarda altlık halıya üretim esnasında eklenir.



Bukle Halı: Bu tip halılarda bulunan ilmikler aynı uzunluktadır. Rahat bir görünüm sergileyen bu tip halılar dayanım gücünün yüksek olmasından ötürü genelde yoğun trafiğe maruz kalan alanlarda kullanılır.



Berber Bukle: Yün, naylon ya da olefin gibi kalın ipliklerle üretilen bukle havlı halılardır. Genellikle kontrast yaratan renk tonlarından oluşan bu halı çesidi doğal bir yüzeye sahiptir. Bu tip halılar rahat bir görüntü yaratır. Günümüzde bu terim, çok katmanlı bukle halı stillerini ifade etmek için kullanılır.



Boyutsal Stabilite: Halının orijinal ölçüsü ve şeklini koruyabilme kabiliyetidir. Örnegin ikincil destekleme halıya boyutsal istikrar sağlayan bir işlemdir.



Bukle Hav: Hav yüzeyi kesilmemiş buklelerden meydana gelen halı stilidir. Dokunmuş veya tufte edilmiş olabilir.



Çift Yapıştırma: Bir tür halı kurulum metodu olan çift yapıştırma, herhangi bir yapıştırıcı yardımıyla halı tabanının önce zemine yapıştırılması, ardından halının tabanına yapıştırılma işlemidir.



Duvardan Duvara Halı: 6 fitten daha büyük boyutlarda üretilen halılar için kullanılan bir terimdir. Duvardan duvara halılar genellikle 12 fit genişliktedir ancak 13 ya da 15 fit genişliğinde de üretilirler.



Delaminasyon: İkincil destekleme ya da altlığın birincil desteklemeden ayrılma işlemidir.



Düz Bukle: Bir tür halı konstrüksiyonu olup halının ön yüzündeki ipliğin her iki ucunda ilmik oluşturarak halının arka kısmına sabitlenmesidir. Hav ilmikleri esasen aynı uzunlukta ve kesilmeden pürüzsüz düz bir yüzey oluşturur.



Direkt Yapıştırma: Bir tür halı döşeme metodu olup halının doğrudan zemine yapıştırılma işlemidir.



Dokuma Halı: Dokuma tezgahında üretilen bu tip halının yüzeyi ve alt dokusu enine ve boyuna iplikler birbirleştirilerek oluşturulur.



Esneklik: Ayak trafiği altında ezilme ve benzeri basınçsal etkilere maruz kalma sonrasında halının orjinal görüntü ve kalınlığını yeniden elde etmesini sağlayan halının hav veya taban özelliğidir.



Ek Taban: Halının arka tarafına yapıştırılarak halıya ektra sağlamlık ve kalınlık sağlayan köpük, kauçuk, ürethane, PVC ve benzeri taban dolgu malzemeleridir.



Eksiz Halı: 2 metreden daha geniş halıları ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Eksiz halının eni genelde 3,5 m. ya da daha fazladır.



Ek Yeri: Halı kurulumda halının iki kenarının birleşmesiyle oluşan çeşitli yapıştırma, el dikişi veya diğer tekniklerin kullanımıyla oluşan hattır.



Frize Halı: Bu halıda, iplikler çok düğümlü olduklarından bukleli bir yüzeye sahiptir. Resmi olmayan bir görüntüye sahip olan bu halı, aynı zamanda ayak ve elektrik süpürgesi kullanımıyla oluşan izleri en aza indirir.



Filaman: Kesiksiz tek bir doğal veya sentetik elyaf lifidir.



Halı Konstrüksüyonu: Tufted ya da dokuma gibi üretim metotları kullanılarak üretilen halının iplik ve dolgu malzemelerinin teknik özelliklere uygun olarak yapılan son düzenlemesidir.



Halı Sıklığı: İki iğne deliği arasındaki mesafenin santimetre cinsinden ölçüsüdür.



Hav: Halının görünen üst yüzeyini oluşturan, bukle ya da kesik doku yapısıdır.



Hav Ezilmesi: Yoğun trafik ya da ağır mobilyalar nedeniyle halı hav kalınlığındaki azalmadır. Eğer hav ipliğinin direnci yetersiz ya da hav yoğun trafik için yetersiz bir yoğunluğa sahipse geri dönüşümü olmayabilir. Düzenli vakumlama havın ezilmesini önleyeceği gibi halının ömrünü de uzatır.



Heat Setting: İpliklerin zaman içinde daha sıkı olabilmeleri için düğümün ısı veya buharla sağlamlaştırılma işlemidir. Kesik havlı halılarda önemlidir. Kesik havlı naylon, olefin ve polyester halılar heat-set’tir.



İplik Sırası: İplik sırası oluşturmak için birbirine düğümlenmiş her bir iplik sayısıdır.



Kenar Şeridi: Halı kenarına, kenarları korumak ve sağlamlaştırmak ya da süslemek için dikilen bant ya da şerittir.



Kesik Havlı Halı: Kesik hav ipliklerinden oluşan yüzeye sahip halı dokusudur. Günümüzün en popüler üretim tekniklerinden biri olan kesik havlı halı, dayanıklılığını yapımda kullanılan ipliğin cinsi, kümelerin yoğunluğu ve düğüm miktarı gibi etmenlerle elde eder.



Kesik ve Bukle Havlı Halı: Bir tür halı dokusu olup kesik uçlu hav iplikleri ve buklelerin kombinasyonundan oluşur.



Kir Önleyici: Elyaf ya da halı yüzeylerine kirin yapışmasını önlemek amacıyla uygulanan kimyasal bir ciladır.



Ortalama Hav Ağırlığı: Hav ipliğinin birim alan başına kapladığı yoğunluktur.



Parlaklık: Halı, elyaf, iplik ve kumaş parlaklığını ifade eder.



Plush: Lüks görünümlü, pürüssüz dokulu bu halı yüzeyinde birbirinden bağımsız püskül öbekleri asgari düzeyde görülür. Halının genel görünümü aynı seviyedeki kesik iplik uçlarıdır.



Rölyef Halı: Kesik ve düğümlü ipliklerin birleşiminden oluşan bu halılar birbirinden farklı pek çok çeşit yüzey dokuları oluşturur.Saksoni: Bir diğer kesik havlı halı çeşididir. Ancak bu halıda iplik kümeleri çok daha fazla düğüme sahiptir. Bu sayede ipliğin kenarları daha belirgin bir hal alarak daha az resmi bir görüntü yaratır. Bu şekilde ayak izlerinin görünümünü de en aza indirir.



Seviyeli Bukle Halı: Bu halıda genellikle iki ya da üç farklı ilmik boyu bulunur. Bu farklı ilmik boyları hem desen efektleri yaratır, hem de halının uzun ömürlü olmasını sağlar.



Sisal: Esasen doğal liflerden üretilen bu halılar, halı endüstrisinin son yıllarda doğal sisal ve jüt’e yakın bir görünüm elde etmesiyle, çok daha yumuşak ve rahat kullanım imkanı sunan sentetik alternatiflerle üretilmeye başlamıştır. Yün ve sentetik alternatifleri neredeyse dertsiz bir yapıya sahip olup, oldukça fazla çeşitlilikte doku, desen ve baskı seçeneği sunar.



Taban: Halı hav veya yüzeyinin aksine halının arka kısmını meydana getiren iplik ve kumaşlardır.



TUFTING HALILARDA


Birincil Destekleme: İpliğin tufting iğneleri ile geçirildiği dokuma ya da dokuma olmayan kumaşlardır.



İkincil Destekleme: Boyutsal sağlamlığı arttırmak için halının arkasına eklenen kumaştır.



Tufted: Eklenen iplik öbeklerinin halının arkasında yer alan kumaş örgüsü içinden geçirilerek kesik ya da bukle uçlu hav yüzeyi yaratılarak üretilen halı tipidir.



Yoğunluk: Halı yapımında kullanılan iplik miktarı ve tuftların birbirine olan yakınlığını ifade eder. Genel olarak, iplik kullanımı ne kadar yoğunsa halıdan sağlanacak performans da o kadar iyi olur

Eski Türk Halıları - Halı ve Kilimin Tarihçesi

Eski Türk Halıları - Halı ve Kilimin Tarihçesi

Eski Türk Halıları - Halı ve Kilimin Tarihçesi

Türklerin daha Hunlar devrinde, Milattan önceki yıllarda çok gelişmiş "Gördes" düğüm'lü halı tekniğine sahip oldukları Altay dağları eteklerinde, Güney Sibirya, Pazırık kurganları kazılarında ele geçen eşsiz halı ile belli olmaktadır. Fakat daha sonra Doğu Türkistan'da Lop gölü batısında Lou-Lan'da 1906-1908'de Aurel Stein, Tarım nehri kuzeyinde Kuça yakınında Kızıl'da bir mabette 1913'te A. von Le Coq tarafından bulunan tek argaç üzerine basit düğüm tekniği ile yapılmış ve 3. ve 6. yüzyıllardan kalma küçük parça halılara kadar ara'da bir boşluk vardır. Belki de bu kadar uzun zaman içinde Pazırık halısının yüksek tekniği unutulmuş, yeniden bulunan çok basit bir düğüm tekniği ile halı sanatında ikinci bir devir başlamıştır.

İslamlık devrinde Abbasilerden kalma geometrik örnekli halı parçaları arasında yine Doğu Türkistan düğüm tekniğine uygun olarak yapılmış bazıları Fustat (Eski Kahire)'ta ele geçirilmiştir.

10. yüzyılda Buharada ve Batı Türkistan'ın diğer merkezlerinde eskiden olduğu gibi halı yapıldığı ve bunların diğer ülkelere ihraç edil'diği kaynaklardan bilinmektedir. 13. yüzyıl başlarında Moğollar'ın tahribine kadar bu durum devam etmiştir.

Kahire İslam Sanatı Müzesi'nde Fustattan gelme, Gördes düğümlü ve kırmızı zemin üzerine Palmet motifi bir yün halı parçası son yıl'larda Johanna Zick-Nissen tarafından titizlikle incelenerek bunun Ortaçağ İslam dünyasında düğümlü halıların başlangıcı olduğu belirlenmiştir. Bordürde kufi yazılı satırdan bir parça kalmıştır. Halının Abbasiler zamanında, Maveraünnehir yani Batı Türkistan'dan ithal edildiği tahmin edilmekte ve 7.-9. yüzyıllar arasında bir tarih verilmektedir. Bu durumda Buhara ilk akla gelen merkez olup, burada Doğu Türkistan'ın aksine, Gördes düğümünün ve kufi bordürle bitki motiflerinin bilinip kullanılmış olması düşünülebilir. Çok karışık ve ince iş'lenmiş desenli iki tarafında değişik örneklerle Kühnel' in Berlin Müzesi'ne kazandırdığı parça halı da Mısır'a Batı Türkistan'dan (Tranoscania) ve Buhara' dan ithal edilmiş olabilir. Bu çevreden daha başka halı kalmadığından diğer örneklerin çeşitleri bilinmiyor.



Mısır'da bulunan diğer parça halılarda ise Doğu Türkistan'ın tek argaca düğüm tekniği uygulanmış olup koyu bir mavi hâkim zemin rengidir. Bunlar, Atina Benaki Müzesi'nde Fustattan gelme iki parça halinde olup yine Johanna Zick-Nissen tarafından incelenmiştir. Kahire Üniversitesi koleksiyonunda Eski Kahire'nin Tolunlu şehri el-Katai' de yeni bulunmuş diğer bir parça kufi bordur ve ona bağlı inci dizisi örneği olarak, Benaki Müzesi'ndeki parça'lar ile aynı özelliği taşır.

Tolunlular 'ın Mısır'dan başka Suriye ve Adana havalisine kadar genişlediği Humaraveyh zamanında halı ve dokuma sanatının çok gelişmiş olduğu anlaşılıyor. Fakat daha sonra İran'da, Selçuklu Sultanlığı devrinden hiçbir halı parçasının kalmamış olması büyük talih'sizliktir. Bununla beraber 13. yüzyıl başlarında Konya'da Anadolu Selçuklularımdan kalan Gördes düğümü ile yapılmış halılar, halı sanatının temelini oluşturan ve etraflıca bilinen en eski halılar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Konya Alâeddin Camii'nde 1905'te F.R. Martin tarafından keşfedilen bu sekiz Selçuklu halısından sonra R.M. Riefstahl' in 1930'da bulduğu üç Selçuklu halısı ve 1935-1936 yıllarında Fustat' ta ele geçirilen yedi küçük parça halı ile bunların sayısı 18'i bulmuştur.

İslam dünyasına Türkler' in getirdiği halı sanatı diğer taraftan tek argaca düğüm tekniği ile İspanya'ya kadar yayılmış, Avrupa'da da hayranlık uyandırarak ressamların tablolarında yeni bir unsur olarak yerini almıştır.

İran halısı diyebileceğimiz halıların ancak 15. yüzyıldan sonra ortaya çıkması, 14. ve 15. yüzyıllarda minyatürlerde görülen halıların kufiden gelişen bordürleriyle 13. yüzyıl Selçuklu halılarının motiflerini benimseyerek tekrarlamış olmaları ile İran'da halı sanatının Türklere bağlı gelişmesi kendini belli eder. Tarihlendirilen orijinal İran halıları 16. yüzyıldan başlamaktadır. Selçuklu halılarında kufiden gelişen bordur daha sonraları örgülü ve çiçekli kufi bordürler halinde minyatürlerdeki halı tasvir'lerinden başka İspanya ve eski Kafkasya halı'larına varıncaya kadar yerini alarak etkisini göstermiş bu halılara büyük ölçüde zenginlik kazandırmıştır.

14. yüzyılda kuvvetle üsluplanmış hayvan figürlerinin Anadolu halılarına girmesi de yine Selçuklu menşeine dayanır. Bunların daha yüzyılın başında Avrupa resminde yer alabilmesi için Selçuklu devrinde Avrupa'ya getirilerek tanınmış olması gerekir.



Fakat bu hayvan figürlü halıların asılları bir yüzyıldan uzun bir sürenin sonunda, ancak 1890'da W.v. Bode'nin Roma'da, Berlin Müzesi için satın aldığı ejder anka mücadelesi kompozisyonlu (Ming) halısı, diğeri 1925'te İsveç'in Marby köy kilise'sinde bulunan bir ağacın iki tarafından kuş figürleri ile kompozisyonlu halı olarak yüzyıllarca sonra keşfedilebilmiştir. Daha sonra Fustat' ta, İstanbul'da ve Konya'da bulunan diğer hayvan halılarıyla durum zenginleşmiştir.

R.M. Riefstahl'in Beyşehir'de üç Selçuklu halısından başka bulduğu, 15. yüzyıldan kalma büyük boydaki dördüncü halı da daha sonraki Holbein halılarının prototipi olarak çok zengin bir gelişmenin sağlam temelini meydana getirmiştir.

1451'de Fatih devrinden başlayarak 16. yüzyıla kadar önce İtalyan sonra Felemenk ve Hollandalı ressamların tablolarında tasvir edilen, fakat Holbein'in tablolarında daha sık ve belirli görüldüğü için onun adıyla tanınan örgülü kufiden geliştirilmiş bordürler ve çok üsluplanmış bitki motifleriyle canlandırılmış geometrik örnekli halılar, Osmanlılarla yeni bir üslubun başladığına işaret eder. Hepsi Holbe'in ile ilgili olmamakla beraber bu halılarda dört tip ayırt edilir. Birinci tipe giren küçük örnekli Holbein halıları, konturları belirsiz düğümlü sekizgenlerle, kaydırılmış eksenlerde alternatif sıralanmış ve rûmi palmetlerden meydana gelen baklavalardan ibaret zeminleriyle adına en uygun ve karakteristik halı olup aynı zamanda bunların en eskisidir. Holbein'in tablolarında hiç yer vermediği küçük örnekli ikinci tip de bitki motiflerinin birleşmesiyle meydana gelen dört kollu (haçvari) zengin baklavalarla, dağılmış şekiller haline gelen kontursuz sekizgenlerin aynı şemaya göre sıralanmasını gösterir. Lorenzo Lotto'nun tablo'larında sık görüldüğü için son zamanlarda bunlara Lotto halıları adı verilmektedir. Uşak bölgesine mal edilen bu küçük örnekli iki tip daha sonra Uşak halılarının geliştirilmesine yol açmıştır.

Büyük örnekli III. ve IV. tip Holbein halılarından ilki sekizgenle dolgulanmış büyük kare veya dikdörtgenlerin üst üste sıraladığı sade bir örnek gösterir. Aynı büyüklükte bölümlenme şekliyle hayvan figürlü halılara bağlanan bu III. tip Holbein halıları 15. yüzyıl boyunca gelişmiş ve son yıllara kadar devam etmiştir.



Büyük kare veya dikdörtgenlerin altında ve üstünde ikişer küçük sekizgenden ibaret örnekleriyle ilk defa bir gruplanma gösteren IV. tip Holbein halıları Selçuklu devrinin geometrik şekilleriyle kufiden gelişen bordürlerini devam ettirmektedir. Büyük örnekli bu son iki tip Holbein halıları Bergama halıları grubuna geçişi hazırlamıştır. Bunlar da geometrik örnekler, bazen çok üsluplanarak aynı şemaya uydurulmuş bitki motifleri hâkimdir. En eski'leri 16. yüzyıldan kalan bu halılarda 18. yüzyıl da küçük hayvan figürlerinin dolgu motifi ola'rak tekrar ortaya çıkması ile hayvan figürlü halılarla bağlantı kurulmuştur.

Geometrik örnekli halılar yanında 16. yüzyıl boyunca ortaya çıkan çeşitli tiplerle Türk Halı Sanatı'nda çok parlak ve yeni bir devir açılmıştır. Uşak bölgesinde yapılan halılarla başlayan bu gelişme, Osmanlı sanatının diğer kollarında ve mimaride olduğu gibi klasik bir devir olarak değerlendirilmiştir. Bu Uşak halı'larının çok zengin ve çeşitli grubu etraflıca toparlanıp incelenmiştir, iki ana tip olarak madalyonlu ve yıldızlı Uşak halıları sağlam geometrik motifler yerine, çeşitli zengin motiflerinden bir kompozisyonla yeni devrin başlangıcı olmuştur. Bunlardan, madalyon motifinin esas olduğu halılar on metreye varan ölçüleriyle büyük orta madalyonun altında ve üstün'de birer yanlar da ikişer kesik madalyonla sonsuzluğa işaret eden bir örnek gösterir.

Madalyon Tebriz halılarından gelen kitap, cilt ve tezhip süslemelerinden geliştirilmiş bir motiftir. Fakat onlarda madalyon motifi sınır'ları belli kapalı kompozisyonlar halinde kalarak dondurulmuş, buna karşılık Türk halıları'nın sonsuzluk prensibi bu yeni tiplerde de hâkim olmuştur. Türkler, kitap sanatına bağlanmadan sonuna kadar tekstil sanatı kanunları'nı ve özelliklerini sağlam bir seziş kabiliyetiyle korumuşlardır. Madalyonlu Uşak halıları 16. yüzyıldan 18. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiştir.

Sekiz köşeli yıldız biçimindeki madalyon'larla küçük baklava şeklindeki madalyonların kaydırılmış eksenler üzerinde alternatif sıra'lanmasını gösteren Yıldızlı Uşak halılarında örneklerin sonsuzluğu daha bellidir. 1. gruptan daha küçük ölçüde yapılan bu yıldızlı Uşak halıları 16. yüzyıl başlarında görülüp 17. yüzyıl sonunda ortadan kaybolmuştur.

Klasik Anadolu halıları yanında 16. yüzyıl son yarısından başlayarak yepyeni bir teknik'le, tamamıyla naturalist motiflerin hâkim oldu'ğu Osmanlı Saray halıları grubu ortaya çıkmıştır. Hepsi Gördes Türk düğümlü bütün diğer Türk halılarından farklı olarak sine (İran) düğü'mü ile yapılmış olan bu halılar sık düğümleriyle kadifeyi andıran yumuşak bir etki bırakırlar. Osmanlı saray üslubu diyebileceğimiz bu yeni gelişmede üslup birliği halinde bütün diğer sanatlarda da naturalist motifler hâkim olmuştur. Bütün süsleme sanatlarında, lale, sümbül, gül, karanfil, bahar açmış dallar, saz denilen kıvrık yapraklar, 18. yüzyıl sonuna kadar gittikçe zenginleşerek kullanılmıştır.

Osmanlılar 1514'te Tebrizi 1517'de Kahire'yi fethetmiş olup bu iki tarih Türk Halı Sanatı bakımından önemlidir. Osmanlı saray halıları Memlûk halılarının teknik malzeme ve renk etkisi altında o devir Türk sanatının bütün kollarında görülen Türk çiçeklerinin naturalist motifleriyle meydana gelmiş, madalyon düzeni Uşak halılarından farklı olarak belirsiz planda kalmıştır. Esas örnek sonsuzluğa göre çizilmiş bir desendir.

İlk Saray halılarının İstanbul'dan gönderilen örneklere göre Memlûk halı tezgâhlarında yapıldığı kabul edilmekle beraber Kühnel daha sonra bunların İstanbul'da ve ipek şehri Bursa'da yapılabileceğini ileri sürmüş, bu fikir bir kaynakla da belgelenmiştir.

Sultan Murad III.'ün 1585 tarihli fermanıyla, Mısır'da bulunan ipek gibi ince yün malzemesini birlikte getirmek kaydıyla İstanbul'a davet ettiği 11 halı ustasından biri (Arslan) adından anlaşılacağı gibi Türk asıllıdır. Bu Mısır yünü tatlı kırmızı, güzel bir sarı, koyu mavi ve çimen yeşili olarak Memlûk halılarında görülen renklerle boyanmış argaç ve arışları için tabii beyaz yün iplik, arışlarda bazen kırmızı yün kullanılmıştır. İstanbul ve Bursa'da ilk Saray halılarının örnekleriyle yapılan sonraki halılarda ise argaç ve arış iplikleri ipekten yapılmıştır.

Dünya müze ve koleksiyonlarına dağılmış olan Osmanlı Saray halılarından elimiz de yalnız TİEM' de bulunan çok yıpranmış halde 8.80 x 4.65 m. ve 4.28 x 4.80 m. gibi çok büyük ölçüde iki halı ile bir seccade ve T.K.S.M'-de diğer bir seccade kalmıştır. Eskişehir kaza'sından Seyyid Battal Gazi türbesinden 10 kanunusani 1329 (1911 Ocak) tarihinde getirilmiş 768 ve 153 sayı ile TİEM' ne kaydı yapılmıştır. 768 envanter kayıtlı ve daha büyük ölçüdeki halı kırmızı zemine sarı ve beyaz dolgu'lu kanatlı rûmflerden meydana gelen dört iri palmet dolgulu baklavaların kaydırılmış eksen'ler halinde sıralanmasını gösterir. Enine beş sıra halindeki baklavaların içi bir sırada yeşil bir sırada koyu mavidir. Baklavalar arasında çift sıralı saplarla bağlantı sağlanmıştır.


Barok havalı kanatlı rûmılerin baklava kompozisyonu, Osmanlı Saray halılarında çok kullanılan bir örnek olup, bu halıdan başka Londra, Victoria and Albert müzesindeki Saray halısında aynen tekrarlanmış, bazen bu zemin kompozisyonu üzerine madalyonlar eklenmiştir.

16. yüzyıl ortasından 17. yüzyıl sonuna kadar süren Osmanlı Saray halıları örnekleri fa-kirleşip yavanlaşarak devam etmiştir. Uşak halılarının bozulan gruplar içinde kabalaşmış örnekler halinde günümüze kadar yaşamış, 19. yüzyılda İzmir halıları adını almıştır.

Saray halıları grubundan seccadeler ise 18. yüzyılda Gördes, Kula, Lâdik Uşak seccadelerinde çeşitli şekilde yaşatılmıştır. Bu gruptan Sultan Ahmet' le ait olduğu bilinen şahane bir seccade Topkapı Sarayı Müzesindedir. Mangal altına serildiği için, bazı yanıkları olmakla beraber Sultana layık bir iş olduğu bellidir.

Berlin Müzesi'nde bulunan diğer bir Saray seccadesi üst kenar bordüründeki 1019 hicri tarihli kronograma göre 1610 yılını göstermekte ve 17. yüzyıl başlarında saray imalatı seccadelerin, belki de Sultan Ahmet I. için seçme bir örnek halinde, yapıldığına işaret etmektedir.

Önceki yüzyıllardan bugüne kadar bilinen en eski seccadeler 15. yüzyıldan kalmış olup, Türk Halı Sanatı'nın ayrı bir grubunu teşkil eder. Bunlardan TİEM' de bulunan üç seccadenin birbirinden tamamıyla farklı üç ayrı kompozisyon göstermesi zengin yaratma gücüne işaret eder. Diğer 15. yüzyıl seccadeleri'ni Belliniler, Carpaccio ve L.Lotto Rönesans tablolarında tasvir etmişlerdir. Münih galeri'sinde Giovanni Bellini'nin 1507 tarihli Venedik Docu Loredan'ı canlandıran tablosunda masanın ayakları altında görülen böyle bir secca'denin tam benzeri, Berlin İslam Sanatı Müzesi'nde bulunmaktadır. En erken örneklerden biri de Gentile Bellini'nin Londra National Galeri'deki tablosunda resmedilmiştir.

Berlin müzesinde 16. yüzyıl başından şahane bir Uşak seccadesinin alt kenarında Bel'lini seccadelerindeki girintili bölüm çok iri bir palmet şeklini almıştır. Bode koleksiyonun'dan 1600 tarihli diğer bir Uşak seccadesi çok geniş bir bordürle ortası madalyonlu sade çift mihrablı seccadelerin ilk örneklerindendir. 15. yüzyıl gibi 16. yüzyıldan da ne yazık ki çok az sayıda seccade kalmıştır.



17. yüzyılda birden çoğalan ve çeşitleri zenginleşen seccadeler arasında kıvrak kon-turlu mihrab şekilleriyle Gördes seccadeleri en zengin aynı zamanda Osmanlı Saray seccadeleriyle bağlantılı, onlara yakınlık gösteren grup olmuştur. Güneyinde bulunan Kula, daha sade mihrap nişleriyle Gördes'e benzemekle beraber sayıları 10'a kadar çıkan ince şerit halinde bordürleriyle ayrılır. Ayrıca manzaralı Kula denilen küçük evler ve ağaçlarla dekorlu değişik cinsleri vardır. Lâdik seccadeleri üçüncü sırada gelir. Yumuşak yünleri ve parlak renkleriyle göze çarpar, mihrabın altın'da veya üstünde görülen uzun saplı lale sıra'ları ile karakteristiktir.

iki veya üç konturlu mihrablarıyla Kırşehir ve kazası Mucur seccadelerinde iki veya üç çeşit kırmızı renk vardır. Milas seccadeleri canlı ve parlak renkleriyle Gördes seccadelerinin şekillerini Uşak ve Bergama etkileriyle devam ettirir. Hayvan postu biçiminde mihrab şekilleriyle diğer seccadeler ayrı bir grup halinde bunları zenginleştirir.

Transilvanya kiliselerinden dünya müze ve koleksiyonlarına dağılan Anadolu seccadeleri'nin çoğu 17. yüzyıldandır. Tek ve çift mihrablı şekilleri olan bu seccadeler Uşak ve Bergama grubuna bağlanır. Bunlar dışında kalan diğer seccadeler hep yukarıda görülen tiplerin az çok değişmiş, karışık şekillerinden meydana gelmiştir.

Türk Halı Sanatı 19. yüzyıl sonuna kadar gelişmesine devam etmiş, bugün de Konya, Kayseri, Sivas, Kırşehir bölgesi ile, Batı Anadolu'nun Isparta, Fethiye, Döşemealtı, Balıkesir, Yağcıbedir, Uşak, Bergama, Kula, Gördes, Mil, Çanakkale, Ezine, Doğu Anadolu'da Kars ve Erzurum bölgesinde eski Türk halı sanatının canlandırılmasına ve geleneğin yaşatılmasına çalışılmaktadır.



Halılarımızı görmek için tıklayınız...

TÜRK HALI SANATI KLASİK DEVİR

IV. Tip Holbein Halıları
Büyük örnekli üçüncü tip Holbein halıların'dan gelişen değişik bir görünüştür. Bura da, ortada sekizgenle doldurulmuş büyük kare, büyük sekizgen veya iri yıldızların altında ve üstünde ikişer küçük sekizgenden ibaret bir kompozisyon ortaya çıkmaktadır. Bununla Türk halı sanatında ilk defa bir grup'laşma görülüyor ki, bu kompozisyon büyük bir yeniliktir. İlk bakışta Memlûk halılarını etkisi düşünülebilirse de, aslında Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde bulunan iki halı, bunların III. tip Büyük örnekli Holbein halılarına bağlantılı gelişmesini açıkça gösterir. Bunlardan on altıncı yüzyıl başına tarihlenen biri, iki büyük karenin üst üste yerleştirilmesi ve altta üstte, ikişer küçük sekizgenin yer alması ile iki tip arasındaki bağlantıyı belli eder. Örgülü kufi bordur de, halının Türk karakterini perçinler. İkinci halı ise gruplaşma kompozisyonunun iki defa tekrarlanması ile Türk halı sanatının esas prensibi olan sonsuzluğa işaret eder.

Bu iki halı büyüklük ve renklerinin tazelik fışkıran ahengi ile Türk ve İslam Eserleri Müzesinde kendi tiplerinin en nadide örnekleri arasında ver alır. Bunlardaki büyük orta sekizgen ve kufiden gelişen bordur motifi aynı müzede III. tip Holbein halılarının 16. yüzyıl başından kalan örneklerinde görülür.

17. yüzyılın son yarısından kalan diğer bir halı Holbein' in "Elçiler" tablosundaki halının bordürüne uygun olup orta sekizgenin altında ve üstündeki küçük çift madalyonlar da 1. tip Holbein' lerin küçük sekiz genlerinden gelmedir.

17. yüzyıldan diğer bir örnekte büyük sekizgen on altı köşeli bir yıldız şeklini almış alt ve üstteki sekizgenler koyu ve açık mavi ve kırmızı çiçek motifleriyle çevrelenmiştir. Kahverengi zeminli bu halının örnekleri çok canlı ve parlak renkleriyle farklı bir ahenk yaratmaktadır.

18. yüzyıldan diğer bir halıda orta sekizgen bir yıldız içine alınmış alt ve üstteki küçük madalyonlar sonsuz örneğin bir parçası haline gelmiştir.

18. yüzyıldan Londra, Victoria and Albert Müzesi'nde bulunan kırmızı zeminli halıda ise orta sekizgenin yerini büyük bir kare almış, bunun altında ve üstünde birer çift küçük sekizgenlerle bir gruplandırma meydana gelmiştir. Bunun tam bir eşi, benzeri New York Mc Mullan koleksiyonunda bulunuyordu. (Erdmann, Orient. Knüpfteppich Abb.42) Bunlar artık Bergama halılarının geç devriyle sıkı bir bağlantı halindedir

19. Son iki tip Holbein halısında kufiden gelişen bordürler yanında, birçok çeşit bordur görülür. Düğümler de kabadır. 1 m.de 100.000'i geçmez, ilk iki tip küçük örnekli Holbein' lerde ise, 150.000 düğüme kadar çıkabilir, düğümler Gördes'tir. Bunlar Batı Anadolu Bergama bölgesinde yapılmış ve Bergama halıları olarak ilk iki tipin aksine XIX. yüzyılın sonuna hat'ta günümüze kadar devam etmiş ve etmektedir.

IV. tip Holbein halılarının tam benzeri kompozisyonla diğer bir grup halı Memlûk halıları tekniği Sine düğümü ve motiflerde küçük ağaç sıraları ve bitkilerden desenlerle Para Memlûk halılar adı altında tanınmaktadır. Fakat kullanılan malzeme ve yukarıda açıklandığı gibi, kompozisyonun esası Türk olup, genellikle bu halıların Anadolu'da Memlûk geleneğini tanıyan ustaların kurduğu tezgâhlarda yapıldığı kabul edilmektedir.

Bu gruba girdiği tahmin edilen halıların 1501-1555 yılları arası İtalyan resminde bulunduğu ileri sürülmektedir. Fakat bunun kesinlikle teşhisi güçtür.

Crivelli ve Memling' in Resimlerine Bağlanan Halılar
Büyük ve küçük sekizgenlerle Holbein halıları denilen tiplerde görülen örneklerle bağlantılı fakat farklı motiflerle diğer bir grup Anadolu halıları Crivelli ve Memling' in tablolarınla resmedildiği için onların adını almıştır.

İtalyan Rönesans ressamı Carlo Crivelli'nin iaha önce III. tip geniş örnekli Holbein halısısı resmettiğini gördüğümüz Londra National Gallery'de 1486 tarihli "Annunciation" tablosundan başka Frankfurt Kunstinstitut'da 1482 arihli "Annunciation"da büyük kemerin üzeindeki balkondan sarkıtılmış küçük bir halı görülür.

Crivelli halılarının bir orijinali Budapeşte Museum of Applied Arts' da uzunlamasına yarım parça olarak bulunmaktadır. (164 cm. x 60 cm.) 15. yüzyıl sonundan kalan bu halıda esas motif sarı zemin üzerine çok renkli köşesi bölümlerden meydana gelen onaltıgen yıldız biçiminde karışık bir örnek olup bazı bölümleri erken hayvan halılarını hatırlatan kuşlar ve stilize dört ayaklı hayvan figürleriyle dolgulanmıştır. Bordur koyu lacivert zemin üzerine sarı ve kırmızı dişli yaprakların fırıldak şeklinde sıralanmasını gösterir ki, İstanbul TİEM' deki geniş örnekli Holbeinler ve 19. yüzyıl Bergamaları hatırlatır.

İlk defa Rönesans ressamı Carlo Crivelli' nin tablolarında görüldüğü için onun adını alan halı cinsinden iki Crivelli halısı da yayınlanmış olup birincisi parça halinde Budapeşte Tatbiki Sanatlar Müzesinden gelen ve diğeri yakında Prof. Nejat Diyarbekirli tarafından Sivrihisar Camiinde keşfedilmiş olandır.

XV. yüzyıl ortasından başlayarak geniş ölçüde Anadolu'dan Avrupa'ya ihraç edilen küçük örnekli ve büyük örnekli Holbein halıları ana grubu yanında özellikle Flaman resminde görülen diğer tipler de vardır. Bunlar bazen tablolarında tasvir edilen ressamların adını da almaktadır.

Flaman resminde Jan Eyck (1390-1441), İtalyan resminde görülmeyen geometrik örnekli Türk halılarına tablolarında yer vermiştir.


Dresden galerisinde bulunan Meryem tablo'sunda tahtın altına serilen halı baklava şeması göstermektedir. Sekizgen yıldızların bu şemaya göre şeritlerle birleştirildiği bu kompozisyonda baklavaların ortasında birer rozet veya yıldız dolgu vardır. Jan Van Eyck'ın talebe'si Petrus Christus'un Frankfurt Staedlischen Kunst Institut'da bulunan bir tablosunda da aynı halı tasviri görülür. Konya Mevlana Müzesi'nde böyle bir halının geç bir orijinali 17. yüzyıla tarihlendirilebilir.

İlk defa Rönesans ressamı Carlo Crivelli' nin tablolarında görüldüğü için onun adını alan halı cinsinden iki Crivelli halısı da yayınlanmış olup birincisi parça halinde Budapeşte Tatbiki Sanatlar Müzesinden gelen ve diğeri yakında Prof. Nejat Diyarbekirli tarafından Sivrihisar Camiinde keşfedilmiş olandır.

XV. yüzyıl ortasından başlayarak geniş ölçüde Anadolu'dan Avrupa'ya ihraç edilen küçük örnekli ve büyük örnekli Holbein halıları ana grubu yanında özellikle Flaman resminde görülen diğer tipler de vardır. Bunlar bazen tablolarında tasvir edilen ressamların adını da almaktadır.

Flaman resminde Jan Eyck (1390-1441), İtalyan resminde görülmeyen geometrik örnekli Türk halılarına tablolarında yer vermiştir.


Dresden galerisinde bulunan Meryem tablo'sunda tahtın altına serilen halı baklava şeması göstermektedir. Sekizgen yıldızların bu şemaya göre şeritlerle birleştirildiği bu kompozisyonda baklavaların ortasında birer rozet veya yıldız dolgu vardır. Jan Van Eyck'ın talebe'si Petrus Christus'un Frankfurt Staedlischen Kunst Institut'da bulunan bir tablosunda da aynı halı tasviri görülür. Konya Mevlana Müzesi'nde böyle bir halının geç bir orijinali 17. yüzyıla tarihlendirilebilir.

On beşinci yüzyılda Flaman resminde görülen halılarda düğüm veya yıldız dolgulu geometrik bölümler veya büyük sekizgen yıldız'lar gibi örnekler vardır.

Yüzyılın son yarısında Gerard David ve özellikle Hans Memling bu devir halılarının en iyi örneklerini resmetmişlerdir. Bunların çoğu büyük örnekli III. tip Holbein halılarına yakın olup, kare içinde sekizgenler ve bunların dolguları ile benzerlik gösterir. Bunlarda çok rastlanan diğer bir zemin örneği de konturları çengelli madalyonların tekrarlandığı Memling Gülü denilen motifli halılardır.

İtalyan resminde görülmeyen, fakat Hans Memling'in (1465-1494) birçok resimlerine aldığı bu gruba Lotto halılarında olduğu gibi Memling halıları adı verilmektedir. Ortası basamaklı ve konturları kancalı, baklava dolgulu sekizgenlerin yan yana ve üst üste sıralandığı bu halı örneği, Memling' in Viyana Hof Museum Gemâlde Galery'de bulunan bir tablosunda resmedilmiştir. Burada kucağında çocuk İsa ile Meryem'in oturduğu tahtın altına serili halı bu tiptir.



Halılarımızı görmek için tıklayınız...



Kaynak:www.eskihalivekilim.com