17 Ocak 2008 Perşembe

Kız Kulesi Tarihçesi

Kız Kulesi Tarihçesi

Kız Kulesi Tarihçesi



Kızkulesi'nin mimari yapılanma süreci M.Ö. 341 yılına kadar uzanır. O dönemlerde boğazın çıkıntısı olan bu burun, (daha önce yarımada oldugu ile ilgili söylenceler vardır) "vus" adı ile anılır. Bu tarihte Komutan Chares'in eşi için, mermer sütunlar üzerine yapılan bir anıt mezar kimliğinden sonra, M.Ö. 410'da Sarayburnu'nun bulunduğu yerden, kulenin bulunduğu adaya zincir gerilerek, boğazın giriş ve çıkışlarını kontrol eden bir gümrük istasyonu haline getirilir. M.S. 1110'lere geldiğimizde ise ilk belirgin yapı (kule), İmparator Manuel Comnenos tarafından inşa ettirilir. Savunma kulesi olarak inşa ettirilen bu yapı "Küçük Kale" anlamına gelen Arcla adını alır. Bu yapı ile ilgili net bilgiler olmamakla birlikte bugünkü boyutlarına yakın olduğu düşünülmektedir. İstanbul'un fethi sırasında savunma amaçlı olarak kullanılan kule, 1453 yılından sonra çok farklı amaçlarla kullanılmıştır. Osmanlı döneminde savunma kalesi olmaktan çok bir gösteri platformu olarak kullanılmış ve Mehterler burada adaya yerleştirilen topların atışları ile birlikte nevbet (bir çesit Istiklal Marşı) okumuşlardır. 1509 depreminde zarar gören yapı, daha sonraki yıllarda tekrar inşa ettirilir. Bunun dışında ilave edilen fenerle de gemilere yol gösterme işlevi yüklenir. O dönemde inşa edilen yapı, kule ve kale olarak iki ayrı bölümden oluşmuş ve içine sarnıç yapılmıştır. 1719 yılında fenerden çıkan alevle yanan kızkulesi, 1725 yılında şehrin Başmimarı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından tekrar onarılır. Kule kısmı biraz değiştirilerek üst tarafa camlı bir köşk ve onun üzerine de kurşunla kaplı bir kubbe oturtturulur ve bina kagir olarak tekrar yapılır. 1830 senesinde kolera salgınının şehre yayılmaması için karantina hastanesine dönüşür.Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş devrine girmesi ile tekrar savunma kalesi olarak kullanılmaya başlanır ve toplarla donatılır. Ünlü hattat Rakim'in yazısı ile kapısının üzerindeki mermere Sultan II. Mahmut'un tuğrasını taşıyan kitabe yerleştirilir. 1857'de tekrar fener ilave edilir ve 1920 yılında fenerin lambası otomatik ışık yapma sistemine kavuşur. 1944 senesinde restorasyon yapılır. 1959 senesinde Askeriye'ye devredilir ve radar istasyonu olarak kullanılır. 1982 senesinde Türkiye Denizcilik İşletmeleri'ne devredilir, bu dönemde bir ara geçici olarak siyanür deposu olarak kullanılır. 1992' den itibaren buranın özel sektöre devri konuşulur, İstanbul Belediyesi, Üsküdar Belediyesi, Mimarlar Odası, Şairler, Turing, Ulusoy Şirketler Grubu gibi pek çok kurum çeşitli medyatik projeler üretirler ...

Kız Kulesi Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...

Süleymaniye Camii Tarihçesi

Süleymaniye Camii Tarihçesi

SÜLEYMANİYE CAMİİ TARİHÇESİ
Eminönü İlçesi’nde, kendi adıyla anılan semmtir. Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan caminin inşasına 1550 yılında başlanmış ve 1557’de tamamlanmıştır.

Süleymaniye Külliyesi, Fatih Külliyesi ile başlayan simetrik bir grublaşma ve geometrik bir şemaya sahip bina kompleksleri yapma geleneğinin ikinci ve en önemli aşamasıdır. Daha önce hiç rastlanmayan bir büyüklük ve mimari tasarıma sahip olan Süleymaniye Külliyesi, merkezdenbir cami, medreseler, tabhane, darüşşifa, bimarhane, türbeler, hamam, çarşılar ve sıbyan mektebinden müteşekkildir.

Süleymaniye Camii, Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı günlerini yaşadığı çağın, en görkemli eseridir. Azametiyle, çağını temsil etmektedir. İstanbul siluetinin en önemli öğelerinden olan cami, sadece bir ibadethane değil etrafındaki külliye ve ekabirin ikamet ettiği mahalleyle birlikte sosyal ve kültürel bir merkez,kent hayatını karakterize edenbir kurumdur. Burada Mimar Sinan’ın sanatı ve dehası, Osmanlı’nın büyüklüğü ve gücü ile İstanbul’un güzellik ve zerafeti biraraya gelmiştir.

Caminin inşası sırasına, mimari tarihininin en büyük şantiye organizasyonlarından biri gerçekleştirilmiştir. Caminin yapı malzemeleri ülkenin dört bir yanından getirilmiştir. Antik kalıntılardan bazı sütunlar da bulundukları yerlerden sökülerek İstanbul’a getirilmiş ve cami içerisinde kullanılmıştır.

Bu dış avlu tarafından kuşatılmış bulunan cami,kıble yönünde ve içinde türbe ve mezarların bulunduğu bir hazire ile tam tersi yöndeki bir iç avluya sahiptir. Mermer kaplı iç avluya, İstanbul’da başka herhangi bir camide raslayamayacağımız üç katlı muhteşem bir kapıdan girilir. Avluda fıskıyeli bir havuz yer alır. Yine diğer camilerden farklı olarak,caminin dört mimaresi de avlunun köşelerine yerleştirilmiştir. Minarelerin birbirleriyle ve kubbeyle olan orantıları, tam bir deha ürünüdür. Kubbenin yerden yüksekliği 50m, avlu duvarlarının camiyle birleştiği köşelerdeki minareler üç şerefeli ve 76m, avlunun giriş kapısı yönündeki minareler ise iki şerefeli ve 56m,dir. Bu orantılama caminin silüetini mükemmelleştirmektedir.

Caminin bir büyük kubbe ile, bunu destekleyen iki yarım kubbesi vardır. Kubbelerdeki dizayn sayesinde, cami içerisindeki ses, akustik kurallaraa göre oldukça berrek bir şekilde yayılmaktadır. Yine camii içerisinde mükemmel bir hava dolaşım sistemi oluşturulmuş, giriş kapısı üzerindeki boşlukta aydınlatma için kullanılan 4000 mumun isi toplanmıştır. Bu isler hat yapımında kullanılan mürekkebe hammadde temin etmiştir.

Caminin mermer minberi ve mihrabi bir oymacılık şaheseridir. Ahşap oyma vaiz kürsüsü, ahşap üzerine sedef kakma pencere kapakları ve kapıları, pencere vitrayları caminin diğer bezeme unsurları pek kullanılmamış Külliyenin medreseleri caminin doğu ve batı yönlerinde, dış avlu duvarlarına paralel olarak uzanır. Batı yönünde Evvel Medresesi, Sani Medresesi, Sıbyan Mektebi ve Tıp Medresesi, doğu yönünde ise Rabi Medresesi ve Salis Medresesi yer alır. Darülhadis Medresesi ise caminin kıble yönünde ve İstanbul Üniversitesi bahçe duvarında paralel olarak uzanır. Rabi Medresesi ile Darülhadis Medresesi'nin kesiştikleri kavşağın karşısında ise külliyenin hamamı vardır. Bu, sadece erkekler kısmının olduğu bir tek hamamdır. Daha önce atölye olarak da kullanılan hamam,1980 yılında restore edilmiştir.

Külliyenin tabhanesi, darüzziyafesi, imareti ve akıl hastalarının tedavi edildiği bimarhanesi kuzeybatıda, kıbleye paralel olarak yerleştirilmişlerdir. Darüzziyafe, günümüzde klasik Türk mutfağına yer veren bir restorant tarafından kullanılmaktadır.

Caminin kıble yönündeki haziresinde çok sayıda mezar ile Kanuni Sultan Süleyman ve eşi Hürrem Sultan'a ait iki türbenin yanısıra bir türbedar odası yer almaktadır. Kanuni ‘ye ait türbede, Sultan II. Ahmed, eşi Rabia Sultan, kızı Mihrimah Sultan ve Asiye Sultan, Sultan II. Süleyman ve annesi Saliha Dilaşub Sultan'da gömülüdür. Ayrıca bu hazirede Nakşibendi tarikatının son asırdaki büyüklerinin mezarları da yeralmaktadır.

Süleymaniye cami Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...



Kaynak: www.ibb.gov.tr

Ayasofya Tarihçe

AYASOFYA MÜZESİ


Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir. Bazilika, Sofia isimli bir azizeye değil, Kutsal Hikmet’e ithaf edilmiştir. Önceki bir pagan mabedinin yerinde yapılmış 3 ayrı bazilika aynı isimle anlatılmıştı. İmparator Büyük Konstantin devrinde kilise yapılmadığı halde, bazı kaynaklar, ilk Ayasofya Bazilikasının onun tarafından yaptırıldığını iddia ede gelmiştir. Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4.yy ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu Kanstantinus zamanında daha büyük ölçülerde inşa edilen 2.kilise 415 yılında törenle açılmıştı. 532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştur. “Nika” isyanı diye bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştı.



İsyanı zorlukla bastıran İmparator Justinyen “Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için harekete geçti. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, Hıristiyanlık aleminin bu en büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet hazinesini mimarların önüne saçtı. (Tralles’li Anthemius ile matematikçi, Miletoslu İsidorus) Kubbe inşaatı Roma mimarisi tarafından geliştirilmiştir. Bazilika planı da eski devirlerden beri tatbik edilmekte idi. Yuvarlak yapıların üzerleri çok büyük ölçüde kubbe ile örtülebilmişti. Ancak Justinyen Ayasofya’sındaki gibi dikdörtgen bir mekan ortasında, dev ölçüde bir merkezi kubbe yapımı, mimarlık tarihinde ilk kez deneniyordu. Rahiplerin koruyucu duaları okumaları devam ederken, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda ve değişik mermer parçaları, sütunlar yapıda kullanıldı. Sonraları da bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunlar için, neye yarayacağı anlaşılmaz, bir sürü orijin hikayesi uyduruldu. Justinyen devrinde Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş, böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile yapılabileceği zannedile gelmişti. Ayasofya bir 6.yy Bizans devri eseri olmakla beraber, ön misali olmayan, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir “Deneme” dir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe Roma’nın mirasıdır. Dış görünüşü zarif değildir, proporsiyonlara dikkat edilmemiş, bir kabuk gibi yapılmıştır. Bunun tersine iç görünüm saray gibi görkemlidir, göz alıcıdır; yapı, dev bir “İmparatorluk” eseridir. Açılış merasiminde heyecanına hakim olamayan İmparator atların çektiği arabası ile içeriye dalmış, Tanrıya şükür ederek, Süleyman Peygambere üstün çıktığını haykırmıştı. Bazilika etrafını çevreleyen yüksek binaları ile büyük bir dini merkez olarak gelişmişti. Bizans imparatorları ile Doğu Hıristiyan kilisesinin yüzyıllar sürecek çekişmeleri için sahne artık hazırdı. Eşsiz ve üstünlüğüne rağmen yapının hayati önemde hataları vardı. En önemli mesele kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınç idi. Böylesine bir kubbenin ağırlığının temellere aktarılması için lazım olan mimari unsurlar o devirde henüz tam gelişmemişti. Yanlardan dışa doğru eğilen duvarlar orijinal, basık kubbenin 558 yılında yıkılmasına şahit oldular. Yapılan ikinci kubbe daha yüksek ve daha küçük çaplı tutulmuştu. Bu kubbenin de yarıya yakın kısmı 10 ve 14.yy’larda 2 defa daha çökmüştür.



Ayasofya her devirde hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir. Türk’lerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep olmuştur. Türk mimarı Koca Sinan’ın 16.yy da eklediği payanda duvarları, 19.yy ortasında Mimar Fossati kardeşlerin ve 1930’dan itibaren yapılan diğer restorasyonlar ve kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi önemli tamirlerdi. 2000’li yılların restorasyonları, mevcut madeni portatif iskele ile daha seri yapılabilecektir. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak, aynı tanrıya inanan 2 değişik dinin hizmetinde olduktan sonra Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır. 1930-1935 yılları arasında ortaya çıkartılıp temizlenen bir kısım mozaikler Bizans’ın önemli sanat eserleri arasında yer alırlar. Bizans ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan muhteşem mimarisi ile ülkemizin en çok ziyaret edilen

ilk üç müzesinden biridir.









ZİYARET



Avlunun içerisindeki müze girişi, asırlar sonra yeniden kullanılmaya başlanan, batı yönündeki orijinal kapıdır. Girişin yanında önceki, ikinci binanın kalıntıları görülür. Vaftiz olamayanların girebildikleri dış koridor 5 kapı ile iç koridora, burası da 9 kapı ile kilisenin esas kısmına açılır. Ortadaki yüksek kapı İmparatorluk kapısı idi. Bunun üzerindeki mozaik pano 9.yy sonunda yapılmıştır. Ortada taht üzerinde oturan pantokrator İsa’dan bir imparator şefaat istemektedir. Yanlardaki madalyonlarda Meryem Ana ve Baş Melek Gabriel’in portreleri vardır. İç koridor ve yan neflerin tavanındaki diğer figürsüz mozaikler Justinyen devri orijinalleridir. Yapının ana kısmında ziyaretçiyi görkemli ve muazzam bir mekan karşılar. İlk adımdan itibaren kubbenin tesiri derhal hissedilir. Sanki havaya asılı gibi durmakta ve bütün binayı kaplamaktadır. Duvarlar ve tavanlar mermer ve mozaiklerle kaplı, rengarenk bir görünüştedir. Kubbe mozaiklerinin 3 değişik renk tonu, yapılan 3 değişik tamirat devrini gösterir. Yüksekliği ve çapı ile dünyanın en büyük kubbesi iken günümüzde de sayılı büyük kubbelerindedir. Yapılan tamiratlardan dolayı kubbe tam bir çember değildir. Kuzey-Güney çapı 31,87m’dir. Doğu-Batı çapı 30,87m olup yüksekliği 55,60m’dir. Kubbenin dayandığı 4 pandantifte, 4 kanatlı melek figürü, yüzleri kapatılmış olarak yer alır.



Dikdörtgen, geniş orta mekanın sütunlarla ayrılmış 2 yanında, karanlık neftler uzanır. Orta mekan 74.67 x 69.80m’dir. Alt katta ve galerilerde toplam 107 sütün vardır. Ayasofya sütun başlıkları tüm yapının en karakteristik ve belirgin, klasik, 6.yy Bizans süsleme örnekleridir. O çağa ait bir özellik olan derin oyulmuş mermerler güzel bir ışık, gölge oyunu ortaya serer. Ortalarında İmparator monogamları bulunur. Köşelerde yer alan antik porfir sütunlar, yeşil Selanik mermerinden yapılma orta sütunlar ve tümünün beyaz mermerden yapılma, zengin işlemelerle süslü başlıkları insanı eski günlere götürür. Ayasofya’yı boş bir müze görünümünden sıyırıp bazilika veya cami olarak kullanıldığı, gösterişli, mistik, değişik, eski orijinal görünümünde hayal etmek lazımdır. Büyük bir İmparatorluğun baş kilisesi olduğu devirlerde apsis önünde yer alan bölme, atlar, ambon ve diğer merasim gereçleri altın ve gümüş levhalarla kaplı, fildişi ve mücevherlerle süslü idiler. Bazı kapılar bile böylesine kıymetli madenlerle kaplı idi. Latin istilası bütün bunları ve diğer bazı mimari parçaları sökerek Avrupa’ya taşımıştı. Apsis yarı kubbesinde kucağında çocuk İsa ile Meryem ana, sağ yanda da Baş Melek mozaikleri bulunmaktadır. Karşı duvardaki bir başka melek figürü tahrip olmuştur.



Galeriler seviyesinde duvarlara asılı, deri üzerine yapılmış 7.5m çapındaki büyük diskler ve kubbedeki yazıt, eserin cami olarak kullanıldığını hatırlatırlar. 19.yy ortalarında dönemin büyük ustaları tarafından yazılan bu kaligrafiler birer şaheserdir. Yuvarlak tablolarda Allah, Hz.Muhammed, 4 halife ve Hasan Hüseyin isimleri yazılıdır. Döneminin güzel örnekleri mihrap üstü vitraylar, apsis içine yerleştirilmiş cami mihrabı, yanındaki minber ve mevlithanlar balkonu Türk dönemi ekleridir. Zeminde yer alan, renkli mermer parçalarından yapılmış kare kısım, belki 12.yy da ilave edilmiş, İmparatorların taç giydiği mahaldir.



Üstün kaliteli mermerden yapılmış iki küresel iri kap orta mekanın giriş yanlarında yer alır. Antik orijinli bu kaplar geç 16.yy’da Bergama’dan getirtilmiştir. Binanın kuzey köşesinde “terleyen sütun” bulunur. Alt kısmı bronz bir kuşak ile çevrilmiş, parmak sokulabilen bir dilek deliği olan sütun hakkında bolca masal ve efsane vardır. Binayı dışardan destekleyen payandaların kuzeydeki ilkinin içerisi rampadır. Üst galerilere bu rampa ile çıkılır. Binayı üç yönden kuşatan galerilerden muhteşem iç mekan bambaşka görülür. İmparatorluk kadınları ve kilise toplantıları için ayrılmış kısımları vardır. Kuzey kanatta bir,y güney kanatta da 3’lü figürler halinde 3 mozaik pano bulunur. Güney galeride, yanındaki pencereden giren gün ışığı altında, Bizans mozaik sanatının şaheser panosu yer alır. Buradaki konu, çok geniş son mahkeme sahnesinin tam ortasında bulunan; “Diesis” diye bilinen, üçlü figürdür. Ortada İsa onun sağında Meryem, solunda ise Hz.Yahya yer alır. Değişik dizili arka fon mozaikleri, figürlerin güzelliği daha da artırır, yüz ifadeleri fevkalade realisttir.



Güney galeri dibindeki 12.yy mozaik panoda, Meryem Ana ve çocuk İsa, İmparator II.Komnenus, İmparatoriçe İrene, yan duvarında hasta Prens Aleksios yer alır. Takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımını belirtmektedir. Macar asıllı imparatoriçenin ırk özellikleri; açık ten ve açık saç rengi belirgindir. Buradaki ikinci pano, tahta oturmuş İsa, yanında İmparatoriçe Zoe ve üçüncü kocası Konstantin Monomakhos’dur, Konstantin’in kafası ve üstündeki yazıt kazınıp, tekrar yapılmıştır. Orijinal mozaik Zoe’nin ilk kocasına aitt. Bu panoda İmparatorluk ailesinin kiliseye şükran ve bağışları sembolize edilmektedir. İç koridordan müzeyi terk ederken görülen büyük bir mozaik pano 10.yy’dan kalmadır. Bozuk perspektifli figürler: Ortada Meryem Ana ve çocuk İsa, yanlarda ise şehir maketini sunan Büyük Konstantin ile Ayasofya maketini sunan Justinyen’dir. Çıkışta kısmen zemine gömülü M.Ö. 2.yy’dan kalma muazzam bronz kapılar Tarsustan, belki de bir pagan mabetinden getirtilerek, burada tekrar kullanılmıştır. Müze bahçesinde değişik devirlerde inşa edilmiş Türk Sanat eserleri bulunur. Bunlar bazı sultanların türbeleri, okul, saat ayar evi ve şadırvandır. Doğu cephesi minareleri 15, batıdakiler de 16.yy’da eklenmiştir.



Ayasofya cami Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...



Kaynak : www.istanbul.gov.tr

Sultanahmet camii tarihçesi

SULTANAHMET CAMİİ TARİHÇE
Sultanahmet Meydanı’nda, Ayasofya Camii’nin karşısındadır. Sultan I.Ahmet tarafından mimar Sedefkar Mehmed Ağa’ya yaptırılmıştır. Külliyenin yapımına 1609 yılında büyük bir törenle başlamıştır. Bu törende Şeyhülislam Mehmed Efendi, dönemin büyük din adamlarından Aziz Mahmud Hüdai, Sadrazam Davud Paşa ve diğer devlet ekranının yanı sıra bizzat padişah da temel kazma işinde çalışmışlardır. Bu muhteşem külliyenin inşaatı oldukça uzun sürmüş, ilk önce 1617 yılında cami, 1619 yılında ise külliyenin geri kalan kısımları tamamlanabilmiştir.

İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biri olan külliye, bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkanlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktaydı. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.

İçindeki 20.000’I aşkın çininin renginden ötürü yabancılar tarafından “Mavi Camii” olarak isimlendirilen cami, külliyenin merkezinde yer almaktadır. Cami, geniş bir avlu ve ona eş büyüklükte bir iç mekandan oluşur. Zeminden yükseltilmiş avluya basamaklarla ulaşılır. Avluda üzeri kubbeyle örtülü, fıskiyeli bir havuz yer almaktadır. Sultan Ahmed Camii’nin bir diğer ayırdediciözelliği de mimarileridir. İstanbul’daki tek altı minareli camidir. Bu minarelerden dördü cami gövdesine bitişik ve üç şerefelidir. Diğer iki minaresi ise avlunun köşelerinde olup, iki şerefelidir.

Caminin büyük kubbesi yaklaşık 34m. çapında ve yerden 43 metre yüksekliğinde olup, 5 metre çapında dört fil ayağının üzerine oturmaktadır. Bu büyük kubbeyi destekleyen dört tane de yarım kubbe vardır. Camiyi yerden kubbeye kadar 5 kat halinde ve renkli camlarla kakplı 260 pencere aydınlatır. Cami, çinilerin yanı sıra, yine dönemin başyapıtları sayılan öğelerle donatılmıştır. Sedef kakmalı mermer mimber, işlemeli mermer mihrap, kalem işi süslemeler, sedef kakmalı ahşap kapı, pencere kapakları ve rahleler, kubbeye asılan devekuşu yumurtaları ve avizeler, Sultan Ahmed Camii’nin görülmeye değer güzelliklerinin bazılarıdır.

Külliyenin bir diğer yapısı Hünkar Kasrı’dır. Padişahın namaz öncesi veya sonrasında istirahat edebileceği bir yapı olarak tasarlanan bu bina bir cami etrafına yapılan ilk sultan kasrıdır. Külliyenin dış avlusunda yer alır.

Külliyenin kazeydoğu köşesinde türbe yer almaktadır. Bu türbe de Sultan I.Ahmed, eşi Kösem Sultan, oğullari Sultan II.Osman ve Sultan IV.Murad ile bazı torunları gömülüdür. Türbenin yakınında ise medrese yer alır. Bu medrese günümüzde Başbakanlık arşiv deposu olarak kullanılmaktadır.

Dış avlu duvarına bitişik olarak da sıbyan mektebi yer alır. Bu mektebin zemin katında bir çeşme ve dükkanlar, üst katında ise dersane vardır. Külliyenin kıble yönündeki en uç yapısı arastadır. 1912 yangınında bir kısmı yok olan arastanınbir biölümü Mozakik Müzesi, geri kalanı ise turistik eşya satan dükkanlar olarak kullanılmaktadır.

Darüşşifa ve imaret camiden uzakta yapılmıştır. Orjinal hallerinde önlerinde var olan dükkanlarla meydandan ayrılmıyorlardı.1894 debreminden sonra inşa edilen ve günümüzde Marmara Üniversitesi Rektörlüğü olarak kullanılan binalar, darüşşifa ve imaretin külliyenin diğer unsurlarıyla olan bağlarını tamamen koparmıştır. Günümüzde Sokollu Mehmed Paşa Yokuşu üzerinde bulunan bu binalar Sultanahmet Teknik Lisesi tarafından kullanılmaktadır.

Külliyenin dört sebilinden üçü günümüze ulaşmış bulunmaktadır. Bunlardan biri araktanın içinden, diğeri dış avli kapısı yanında, üçüncüsü ise türbe civarındadır.

Sultanhamet Su Kürelerimizi görmek için tıklayınız...



Kaynak: www.ibb.gov.tr

MEVLANA'NIN HAYATI

Hz. Mevlana'nın Hayatı

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"


Semazen Su kürelerimizi görmek için tıklayınız

Kaynak: www.mevlana.com

Kapalıçarşı Tarihçe - Uğur Mıstaçoğlu

Kapalıçarşı Tarihçe - Uğur Mıstaçoğlu



İstanbul’un en eski çarşılarından biri olan Kapalıçarşı; Nuruosmaniye ile Bayazıt Camileri arasındaki geniş alana kurulmuştur. Burası hem alışveriş yapabileceğiniz, hem de tarihi yerlerin o kendine has kokusunu duyacağınız, gezerken keyif alacağınız eşsiz bir yer.

Çarşının kalabalık sokaklarında büyük oranda yabancı turistleri görürsünüz, esnaf da genellikle kapılarının önündedir. Tatlı bir rekabet içindeki esnaf, zaman zaman kendi aralarında şakalaşırken, zaman zaman da turistlerle konuşur. Binlerce dükkan, onlarca sokağın içinde dağılmıştır. Bu nedenle tüm çarşıyı gezmek için hatırı sayılır bir güç ve zaman harcamanız gerekir.

Çarşının nüvesi, Fatih Sultan Mehmet tarafından fetihten hemen sonra Ayasofya Camii’ne gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiş olan 2 taş bedestendir. Daha sonra yapılan ilavelerle genişleyen Kapalıçarşı’nın Fatih tarafından kurulan iki bedesteni, Cevahir ve Sandal Bedesteni olarak bilinir. Kapalıçarşı da, İstanbul’daki bir çok tarihi yapı gibi, zaman zaman İstanbul’un büyük yangınlarında ve depremlerde hasar görmüş ve defalarca onarılmıştır. Kapalıçarşı, 30.7 hektarlık bir alanı kaplamakta ve 61 sokaktan oluşmaktadır.

Yaklaşık 1500 metrekarelik bir alana kurulu olun İç Bedesten ile 1300 metrekarelik bir yer kaplayan Sandal Bedesteni çarşının yarı müstakil bölümleridir. Çarşının çevresi, yine çarşının birer parçasını oluşturan hanlarla çevrilidir.

Binlerce dükkanın bulunduğu Kapalıçarşı içindeki 61 sokak ve caddenin çoğu, Fesçiler, Serpuşçular, Tuğcular, Feraceciler, Perdahçılar, Terlikçiler, Kuyumcular, Aynacılar, Kalpakçılar gibi, mesleklere göre isimlendirilmiştir. Çarşının ana caddesi sayılan sokakta çoğunlukla mücevher dükkânları, buraya açılan yan bir sokakta altıncılar bulunur.

Bugün de geçmişteki canlılığını koruyan Kapalıçarşı, İstanbul’a gelen ünlü ve ünsüz bir çok yabancının ilgi odağı olmuştur. Batılı yazarlar, seyahatname ve anılarında Kapalıçarşı’ya geniş yer ayırmışlardır.

Kapalı Çarşı günün her saatinde hareketli ve kalabalıktır. Çarşı girişinde gelişen konforlu, büyük mağazalar Türkiye’de elde imal edilen ve ihracatı yapılan eşyaları satışa sunmaktadır. El halıları ve mücevherat geleneksel Türk sanatının en güzel örnekleridir. Bunlar kalite ve orijin belgeleri ile satılır ve dünyanın her tarafına garantili gönderme yapılır. Halı ve mücevheratın yanında meşhur Türk işi gümüşten yapılmış eserler, bakır, bronz hediyelik ve dekoratif eşyalar, seramik, oniks ve deriden mamul, üstün kaliteli, Türkiye hatıraları zengin bir koleksiyon oluştururlar.


Kapalıçarşı muhtelif tamirler görmüş, ve 1894 depreminden sonra esaslı tadilata uğramıştır.



19. asırın 2. yarısından itibaren Avrupa kumaşlarının geniş ölçüde memleketimize ithali, bedestenlerimizin yerli el dokuması kumaş ticaretini sekteye uğratmış, bankaların açılmaya başlaması da bedestenlerin banka hizmetine son vermiştir.



Bu suretle eski Bedesten, mücevherat, halı, antika eşya satışı ile hizmete başlamış, Sandal Bedesteni de faaliyetini durdurmuştu. 1914 yılında burası İstanbul Belediyesi tarafından satın alınarak bir umumi meraz yeri haline sokuldu. Sonradan neden ise bundan vazgeçildi, ama mezat birçok güzelliği de ortaya çıkartmıştı. Bu yüzden mezat olacağı günü herkes beklemektedir.



Her devirde hayatımızı aksettiren Çarşı, yabancı seyyahların kitaplarında, yabancı ressamların fırçalarında binbirgece masalları gibi yaşatılmıştır.



3000' den fazla dükkanın bulunduğu Kapalıçarşı ' yı hergün mevsimine göre 250.000 ile 400.000 kişi ziyaret etmektedir. Kaybolmaya yüz tutmuş birçok mesleği, kendisine has kültürüyle yaşatan Kapalıçarşı dünyanın en eski, en büyük ve en çeşitli üretimlerinin sergilendiği bir mekandır.


Modern çağın gereklilikleri sonucu yapılan yeni alış-veriş merkezlerinin mimari ve kültürel dokusundan dolayı etkileyemediği Kapalıçarşı çok çeşitli ürünü birçok yerden daha ucuza sergilemektedir.


Kaynak: www.kapalicarsı.org.tr

Osmanlı Kartpostal Kolleksiyonculuğu

Kartpostal basimi, fotografin topluma yayilmasina ve fotografçilarinda çalisma imkanlarini arttiracak mali gücü bulmasina yardimci olmustur. Çünkü fotograf yüzyilimizin basinda oldukça pahali bir nesne oldugundan, ancak Saray erkani, diplomatik çevreler tarafindan, bezende zengin halk tabakasindan bazi kimseler tarafindan satin alinabilmekte idi. Buna karsin kartpostal genis halk kitlelerine ulasma imkani bulmustur.

Taleplerin artmasi ile toplumu ilgilendiren önemli olaylar, mesela 31 Mart Vakasi, II. Mesrutiyetin ilani, Hareket Ordularinin Gelisi, Osmanli Saray Kiyafetleri, Selamlik Merasimleri ve Padisahlar. Zamanimizda kolleksiyonerlerin ve turistlerin taleplerine cevap verebilmek için, çok sayida ve çesitte kartpostal basilmasini saglamistir. Kartpostallara en çok ISTANBUL her yönü ile konu olmustur. Yüzlerce editör sehrin dört bir yanina ait fotograflari kartpostal olarak basmislardir. Basta Galata Kulesi, Saray burnu, Galata Köprüsü, Kiz Kulesi basta olmak üzere Beyoglu, Beyazit, Bogaz, Rumeli Hisari, Kagithane, Göksu, manzaralari bol bol basilmistir. Sehrin daha küçük merkezlerine ait kartpostallara ise çok daha az sayida basildigi için oldukça zor tesadüf edilmektedir. Osmanli dönemine ait yasamla ilgili olan tip kartpostallar da konularina göre siniflamada önemli bir yer tutar. Bunlarin baslicalari, Hamallar, Sakalar, Tulumbacilar, Sokak Berberleri, Seyyar Saticilar, Kadinlar ve Yeniçerilerdir.

Bunlarin disinda yüzlerce editör yada firma tarafindan basilan kartpostallar halen arastirmacilarin ve konu ile ilgili koleksiyonerlerin ilgi odagi olmaya devam etmektedir. Istanbul ve Osmanli Imparatorlugu ile ilgili olarak basilan kartpostallar ne yaziktir ki, ülke içinde yabanci uyruklu kimseler, Elçilik mensuplari ve daha sonralari da ülke disindaki koleksiyoncular tarafindan toplanmislardir. Istanbul da bazi köklü ailelerin ve diplomatlarin evlerinden çikan kartpostal koleksiyonlari da, konu ile ilgileri olmadigi için yok pahasina hemen el degistirmistir.

Ancak 1985 yilinda bir gurup filatelist, pul tüccarlari ve bu konuya merakli kisilerle, kartpostal koleksiyonculugunu çevrelerine yayarak gittikçe gelisen bir koleksiyoncu agi olusturdular. Buna paralel olarak talebin artmasiyla birlikte kartpostal fiyatlarinin yükselmesi yurtdisindaki bize ait olan kartpostallarin yurda dönmesini sagladi. Bu gün bu trafik olumlu yönde gelismekte ve bazi bilinmeyenler gün isigina çikmaktadir. Daha çok mesafe almamiz lazim ancak kartpostallari basan firmalarin ve fotograflari çeken fotografçilarin ve de basim islerini gerçeklestiren matbaalarin kayitlari ve kompozisyonlarla ilgili dokümanlar bizlere ulasmadigi için daha uzun zaman arastirmalar devam edecektir.

Istanbul, kartpostallar üzerinde ilk kez 1895 tarihinde MAX FRUCHTERMANN' in çabalari ile görüldü. Bu yilardan itibaren yaklasik olarak 200 kisiyi bulan editör gurubu degisik açilardan Istanbul manzaralari ve yasamla ilgili görüntüler ihtiva eden tahminen 8000 ile 9000 çesit Istanbul kartpostali bastilar. Bu kartpostallar içinde ISTANBUL Pendik'ten baslamak üzere Beykoz 'a ve Rumeli Kavagindan, Bakirköy'e kadar ayrica bu bölgelerdeki yasamda kartpostallarla bu editörler tarafindan görüntülendi. Istanbul kartpostallarinin kabaca tasnifinde öncelikle basim tekniklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu açidan bakildiginda Max Fruchtermann, Rosenberg, Ottmar, Zeiher, E.F. Rochat gibi editörlerin tas baskilari, Zellich firmasinin fantezi baskili olaganüstü güzel kartpostallari, Bon Marche firmasinin Fransa'da bastirdigi ve günümüzde dahi erisilmesi zor bir kalite olan NEOBROMÜRE ve renkli ipek kagit serileri ve bir Alman firmasi tarafindan basildigi tahmin edilen GOFFRE (kabartma) baskili kartpostallar, fotograf baskili modern kartpostallar öncesine örnek olarak verebiliriz.



Kartpostallarımızı görmek için tıklayınız...



Kaynak: WWW.AKYOL.COM